Sunday 13 December 2020

Dış Borç Çıkmazında Eksi Döviz Rezervleri


Türkiye kadar ekonomisinde yaptığı keskin manevralarla vatandaşını şaşkına çeviren başka bir ülke var mı, bilmiyorum… Çok uzakta değil; 2018 yılının yaz aylarında, dövizde hızlı yükselişler yaşandığı dönemin hemen öncesinde, Türkiye’nin “dünyanın en büyük 10 ekonomisine sahip ülkeler” arasına girmek üzere olduğuna dair haberler okuyorduk. Bugün ise ülkenin hızla eriyen dövizleri sonucu ortaya çıkan “eksi döviz rezervinin” ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz.  

 

2001 krizi öncesinde de benzer bir durum vardı.  Ülkede, 1999 yılında başlayan bir reform süreci yaşanıyordu. O güne kadar yapılamaz denilen birçok yapısal reform bir bir hayata geçiriliyordu. Bu reformlar, Türkiye ekonomisinin hep o beklenen “büyük dönüşümü” en sonunda gerçekleştireceğine olan inancını artırmıştı. Bu inanç sayesinde de faizlerde ve enflasyonda hayal dahi edilemeyen düşüşler yaşanıyordu. Ancak kısa sürede, rüzgâr tersine döndü; faizler, baş döndüren bir hızla, ülke tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Bütün bunların sonunda da ülke tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşanmıştı.  

 

Türkiye’nin tercih ettiği ekonomik büyüme modeli, bu sert dalgaların en önemli ekonomik nedeni. Türkiye’de büyüme, yurt dışından sağlanan kredilerle finanse edilir. Siyaset ve ekonomideki durumun nispeten iyi olduğu günlerde, yurt dışından sağlanan “ucuz” kredilerin yarattığı tüketim ve istihdam artışlarıyla beraber ekonomi büyür. 

 

Filmin mutlu kısmı borcu geri ödeme zamanı gelince biter, dramatik kısmı başlar. Kısa sürede ekonomik sorunlar büyür. Yaşanan ekonomik sıkıntılara, bir de siyasi sorunlar eklenince, durum iyice karmaşıklaşır ve içinde çıkılmaz hâle gelir.  Güçlü ekonomik performans söylemi, şişirilip ağzı açılan bir balonla aynı hızda söner.     

 

Dünya bankasının yayınladığı borç istatistiklerine baktığımız zaman, Türkiye’nin dış borcunun, 2002 yılından bu yana istikrarlı bir şekilde artığını görüyoruz. 2002 yılında, 130 milyar dolar civarında olan dış borç, 2019 sonu itibariyle 441 milyar dolara ulaşmış durumda. 

 

Şüphesiz, bu dönemde ekonomi de büyüdü. O nedenle, borç miktarını gelire göre kıyaslamak daha anlamlı olur. Bu kıyas, dış borcun gelire göre daha hızlı artığını gösteriyor. 2005 yılında, dış borcun milli gelire oranı %35 civarında iken, 2019 yılı sonunda bu oran %60’a dayanmış durumda. 2001 yılı krizinde de dış borç benzer bir seyir göstermişti. 2001 yılında, Türkiye’nin dış borcu, ülkenin toplam gelirine oranı %58 seviyesindeydi. 

 

Ülkelerin ne kadar borç kullanabileceği makroekonominin önemli konulardan bir tanesi. Bu konuda da son yıllarda, çok ilginç tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmaları, başka bir yazıda anlatırım. Ancak Türkiye özelinde, hem 2001 hem de bugün yaşanmakta olanlar, ekonominin %60 oranda bir dış borcu kaldıramadığını net bir şekilde gösteriyor.  

 

2001 yılında, Türkiye’nin dış borcunu ödeyemeyeceği ve Moratoryum ilan etmek durumda kalacağı özellikle yabancı ekonomistlerin analizlerde yer bulan bir senaryoydu. 

 

Bu senaryonun gerçekleşmesi, bana göre, düşük bir olasılıktı. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, o dönemin ekonomi yönetimi ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), döviz rezervleri iyi korumuştu. En kötü durumda, rezervler kullanılarak borç ödenmeye devam edilebilirdi.

 

Bugün için aynı savunmayı yapmak mümkün değil maalesef. Kurumları etkisiz hâle getirip kurumsal hafızanın yok edilmesinin de bir sonucu olarak, TCMB’nin döviz rezervleri eksiye düşmüş durumda. TCMB’nin ne kadar döviz rezervi olduğunu hesaplamak için Merkez Bankası’nın tüm döviz varlıklarından, tüm döviz yükümlülüklerini (swaplar dahil) çıkarıyoruz. Bu basit matematik işlemi, şu an için Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) net döviz rezerv miktarının yaklaşık -50 milyar dolar olduğu gösteriyor.    

 

“Eksi döviz rezervi” sık yaşanan bir durum olmadığından dolayı hem pratikte hem de teorik açıdan ilginç bir kavramdır. Bu kavramın ne anlama geldiğini şirketler üzerinden bir örnekle anlamaya çalışalım. Analizi basitleştirmek için de tamamen döviz cinsinden varlık ve yükümlükleri olan bir şirket düşünelim. Tam da bugün TCMB’nin bilançosunda olduğu gibi, bir şirketin döviz cinsinden yükümlüklerin, döviz cinsinden varlıklarından fazla olduğunu varsayalım. 

 

İnternette yaptığım araştırmaya göre, yükümlülüklerin varlıklardan daha çok olması durumu bazı ülkelerde iflas nedeni bile sayılıyor. Avusturya, Japonya, Israil ve Polonya, bu ülkelerden bazıları. Bu iflasın arkasında da bu durumda bir şirketin borçlarını ödeyemeyeceği düşüncesi var. 

 

Bir şirketin, borçlarının alacaklarından fazla olması, o şirketin faaliyetlerini sürdüremeye devam edemeyeceği anlamına gelmez elbette.  Eğer şirket, günlük ihtiyaçlarını karşılayacak finansmanı bir şekilde karşılayabiliyorsa ve şansı da yaver giderse, pekâlâ, faaliyetlerine bir süre daha devam edebilir. Ancak şirketin, bu şekilde, uzun süre hayatta kalmasını beklemek ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olur, bunun takdirini size bırakıyorum.  

 

Şimdi, Merkez Bankaları açısından durumu değerlendirelim. Merkez Bankaları’nı özel statüye sahip bir şirket olarak düşünsek bile, Merkez Bankaları’nı, şirketlerden farklı kılan çok önemli bir özellikleri var. Bu özellik de para basma yetkisidir. Bir Merkez Bankası’nın, yeni para basmanın direk maliyeti neredeyse sıfırdır. Merkez Bankası para basarken, karşılığında, altın ya da herhangi bir malı teminat göstermesine gerek yok. Bu yetki sayesinde de bir anlamada merkez bankaları neredeyse, sıfır maliyetle kaynak yaratabilir. 

 

TCMB özeline dönecek olursak, negatif döviz rezervi oluşması durumda oluşacak döviz ihtiyacı, TL basarak karşılama durumunda kalabilir. Mevcut ekonomik ve siyasi konjonktür içerisinde de başka alternatif yok gibi görüyor. Türkiye hükümetinin, ülke malının, Katar’a satılarak bir kaynak yaratma çabası içeresinde olduğunu okuyoruz. Ancak bu yola, ülkenin döviz finansman ihtiyacı sorununa kısa süreliğine çare olacaktır. 

 

Para arzındaki bir artış, kuskusuz, daha çok paranın, aynı miktardaki mal ve hizmeti satın almaya çalışacağından dolayı, enflasyona anlamına geliyor. Şüphesiz, dövize olan talebin artması da döviz kurlarında artışa neden olması beklenir. 

 

Kısaca, Merkez Bankları, bildiğimiz manada iflas etmez belki ama bir Merkez Bankası’nın iflası, enflasyon ve değer kaybeden yerel paranın habercisidir. 

 

Kuşkusuz, eksi döviz rezervi sorunun kendisi değildir. Ülkenin, yüklü dış borcunun ve bu borcun yaratığı döviz finansman ihtiyacın, Merkez Bankası’nın bilançosuna yansımış halıdır. Kısa sürede eriyen Merkez Bankası rezervleri de bu ihtiyacın ciddiyetini gösteriyor.  Bütün bu yaşananlar içeresinde, bence en kritik soru; Türkiye ekonomi yönetimin durumun vahametini anlayıp anlamadığıdır. Ben, bu soruya olumlu yanıt veremiyorum. 

 


 

 

Friday 4 December 2020

Üçüncü Çeyrek Büyüme Rakamları, İşsizliğin Kalıcı Olabileceğini Gösteriyor

İngiltere’de York Üniversitesi’nde doktora eğitimine başladığım ilk yıldı. O dönemde, üniversitede de kriminoloji, psikoloji ve ekonomi bölümlerinin ortaklaşa kurduğu; bu bölümlerden bağımsız çalışan bir araştırma merkezi vardı. Söz konusu araştırma merkezi o günlerde, İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği bir proje yürütüyordu. Bu proje, bakanlığın uygulamakta olduğu pilot bir programın etkinliğini değerlendirmeyi içeriyordu. Programın amacı, sürekli benzer suçlarla hapse düşen mahkûmlara, hapisten çıktıktan sonra maddi ve manevi destek sağlamak ve bu sayede kısır döngüyü kırarak tekrar suç işlenmesinin önüne geçmekti.  

 

Bu proje çerçevesinde, kriminoloji uzmanları ve psikologlar, mahkûmlarla hem hapisteyken hem de hapisten çıktıktan sonra görüşmeler yapıyor ve bu görüşmeleri raporluyorlardı. Ekonomistlerin görevi ise bu raporlarından bir veri bankası oluşturmaktı. Buna ek olarak da ekonominin tekniklerini kullanarak, programın etkinliğini ölçmekti. Bu değerlendirme sonucunda çıkacak sonuçlar, İngiltere İçişleri 

Bakanlığı’nın programa devam edip etmeyeceğine karar verirken veri olarak kullanılacaktı. 

 

Bu proje için yarı-zamanlı çalışabilecek bir ekonomiste ihtiyaç vardı. Direkt benim alanım olmamakla birlikte, proje ilgimi çekmişti. Teklif gelince de kabul etmiştim. 

 

Görüşme tutanaklarından, programa dahil olan mahkûmlardan bir tanesinin hapis sonrası hayata ayak uydurmakta zorlandığını anlıyordum. Kaldığı yerden atılmak üzereydi ve işinden kovulmuştu. Yiyecek alacak parası yoktu ve yine hırsızlık yapmıştı. 

 

Tutanaklarda, kriminoloji uzmanın bir sorusu üzerine mahkûmun cüzdanında sakladığı 50 sterlin olduğu ortaya çıktığı yazıyordu. Uzmanın üstelemesi üzerine, mahkûmun, bu parayı neden sakladığını ve yiyecek almakta kullanmadığını açıklamıştı. 

 

Mahkûmun, kendi ile yaşamayan altı yaşında bir kızı vardı. Bu parayı da kızının doğum günü için saklıyordu. Mahkûm, bu parayla, kızına hediye alacaktı ve söz verdiği gibi onu McDonalds’a götürecekti. 

 

Bu cevabı okuduktan sonra, gözlerimin dolmasına aldırmadan veri bankasını oluşturmaya devam ettim. O gün, o babaya elimi uzatamadığım için üzülmüştüm. Neyse ki o dönemde ekonomi ve sosyal politikalarını Gordon Brown’ın belirlediği İngiltere Devleti, o babanın yanındaydı.  

 

Şüphesiz ki ekonomi, aşağıya ve yukarıya hareket eden rakamlardan ibaret değildir. O rakamların her birinin arkasında insanlar bulunmaktadır. Ekonomi politikaların odağında da bu gerçek var. Ekonomistler olarak bu gerçeği ne kadar iyi anlattığımız konusunda emin değilim ancak bir öğretmen için öğrencisi, bir doktor için hastası ne ise bir ekonomist için de insan odur. 

 

Bu tür insanın merkezde olduğu bir ekonomi anlayışı yeni bir şey değil. Ekonominin bir disiplin olarak temellerin atıldığı ilk zamanlardan beri var. Adam Smith’in, 1759 yılında yayınlanan “The Theory of Moral Sentiments” adlı kitabında da bu anlayışı görüyoruz. Ayni kitapta Smith, insanoğlunun bencilliğinden de dem vurur. Smith, bu bencilliği bir örnekle açıklar: Parmağında küçük bir kesik meydana gelen bir Avrupalı’nın gece uyuyamadığını ancak bir milyon Çinli’nin bir depremde ölmesi durumunda çok rahat uyuyabildiği tespitini yapar. Ancak Smith buna rağmen, sadece bir ülkede yaşananların değil, tüm dünyadaki insanların bir empati çemberinin parçası olduğuna ve bu bireyselliğin eğitimle ve iletişimle aşabileceği görüşündeydi.   

 

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) açıkladığı bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin büyüme rakamları ve Türkiye ekonomi yönetimi tarafından yapılan açıklamaları okuyunca, aklımdan bu yukarıda anlattıklarım geçti. 

 

Maalesef, Türkiye’de ekonomi konusunda neyin ne amaçla yapıldığı birbirine girmiş durumda. Makroekonomik göstergelerin esas amacının geri planda kaldığı; bu göstergelerin vitrin süsü olarak kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. 

 

TUİK’in açıkladığı verilere göre, Türkiye ekonomisin bu yılın üçüncü çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre %6.7 büyüdüğünü görülüyor. Türkiye ekonomi yönetimi yaptığı açıklamada ekonomik büyümedeki yüksek artışı; “güçlü ekonomik performansın” bir sonucu olarak yorumluyordu.

 

Yazımın başında da anlatmaya çalıştığım gibi ekonomik büyümenin amacı hane halkının yaşam standardını artırmaktır. Geçtiğimiz haftalarda açıklanan istihdam ile ilgili veriler, sürekli ‘güçlü performans gösteren’ ekonomiye rağmen, bu amaca hizmet etmekten uzak olduğunu gösteriyor. 

 

Birkaç hafta önce açıklanan işsizlik rakamları, son iki yılda işsizlikte muazzam bir artış yaşandığına işaret ediyor. Son iki yılda, işsizlikte neredeyse iki milyon artış olmuş. İstihdam yaratmayan, ülkedeki işsizlik sorununa çare olmayan, ‘güçlü ekonomik performansın’ hâliyle vatandaşa bir yararı yok. 

 

Peki, bu durum neden böyle? Bence, açıklanan büyüme rakamlarını üç şeklide yorumlamak mümkün. 

 

Birinci senaryo; açıklanan rakamlar, ekonomide yaşananları yansıtmıyor. Büyüme rakamları, açıklanmadan önce Türkiye ekonomi yönetimin retoriğine uygun olarak revize edildi.

 

İkinci senaryo; açıklanan rakamlar doğrudur ancak ekonomik büyümeyi ölçmek için kullanılan metotlar, zorlu günler geçiren ekonomide olan biteni ölçmekte yetersiz kalıyor.

 

Her iki ihtimal de rakamlara ve TÜİK’e olan güvensizliğe işaret ediyor. Büyüme rakamları açıklandıktan sonra sosyal medyada verilen tepkiler dikkate alındığında, rakamlara güvenmeyenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu görmek mümkün. Tabii, bu güvensizlik sadece büyüme rakamları için değil, açıklanan tüm istatistikler için de geçerli. 

 

Terazinin ayarını bozmanın ekonomik bedeli ağırdır. Açıklanan ekonomik istatistiklere olan güvensizlik, büyük yaşanmakta olan dolarizasyonun önemli bir nedeni. Bankacılık sistemi içerisinde, döviz mevduatlarının toplam mevduatlar içindeki payı %55 ile tarihinin en yüksek seviyesinde.

 

Şimdi de üçüncü senaryoya dönelim. Belki, yaz aylarında yaşanan aşırı kredi genişlemesinin bir sonucu olarak ekonomik aktivitede de bir miktar artış oldu. Bu ihtimal de bir soruyu beraberinde getiriyor: İşsizlikte yaşanan artış dikkate alındığında, bu üretim artışı nasıl gerçekleşti? 

 

Sanırım bu sorunun yanıtı, yatırım harcamalarında yaşanan şaşırtıcı şekilde yüksek artışta gizli. Açıklanan rakamların doğru olduğu varsayımıyla, yılın üçüncü çeyreğinde yatırım harcamalarında, yıllık bazda yaklaşık %23’lük bir artış olduğunu görüyoruz (zincirlenmiş hacim endeksine göre). Bu artış, 2011 yılından bu yana, yatırım harcamalarında yaşanan en yüksek artış. Benzer bir şeklide, makine ve teçhizat yatırımlarında da %24’lük bir artış var.

 

Ekonomik ve siyasi risklerin çok yüksek olduğu bir ortamda, yatırmalarda yaşanan bu artışın bende yaratığı şaşkınlık, ‘meşhur eniştenin’ yarattığı şaşkınlıktan çok farklı değil. 

 

Bu artışın bir açıklaması da şu olabilir: Yaşanmakta olan kriz nedeniyle firmalar, maliyetlerinde tasarruf etmeye çalışıyorlar. Bu tasarrufun bir sonucu olarak da firmalar, işçi çıkarma yoluna gittiler. İşsizlik artarken; firmalar, üretimi de mümkün olduğunca devam ettirebilmek için üretimde otomasyona geçiyorlar. Başka bir deyişle emeğin, makine ile ikame edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz. Bu nedenle de işsizlik hızla artarken üretim de artıyor. 

 

Kısacası üçüncü seçenek, ekonomik büyüme rakamları ülkede ‘İstihdam Yaratmayan Büyüme’ (Jobless Recovery) yaşandığına işaret ediyor. Bu da aslında, iddia edildiği gibi ‘güçlü ekonomik performansın’ değil, yaşanmakta olan krizin devam edeceğinin göstergesidir.

 

Firmalar, krizin devam edeceğini düşünüyor olacaklar ki finansman sıkıntısı çektikleri bir dönemde, bu yatırımı yapma gereği duydular. Takdir edersiniz ki bu tür bir beklenti, işsizlik açısından iyi bir haber değil. 

 

En iyi senaryo olan üçüncü senaryoyu doğru kabul edip bu yılın ikinci çeyreğinde, ekonomide büyüme yaşandığını varsaydığımız durumda dahi, bu ekonomik büyüme esas amaca hizmet etmeyen bir büyümedir. Artan işsizlik sadece ekonomideki durumu daha da kötüleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda sosyal sorunlara neden olabileceği çok iyi biliniyor. İşsizliğin artığı dönemlerde, suç oranlarında ciddi artışlar yaşanır. Konu ile ilgili yapılan araştırmalarda, işsizliğin çocukların refahı üzerinde yarattığı olumsuz etki, not edilen diğer önemli bir olumsuzluktur. 

 

Ekonomilerini iyi idare eden ülkelere baktığımız zaman; bu ülkelerde, ekonomi yönetimlerinin, halkla iletişim konusunda büyük çaba sarf ettiğini görüyoruz. Bu ülkeler, ekonomide yaşanan gelişmeleri (iyi veya kötü), açık ve şeffaf bir şekilde halka anlatmaya çalışırlar. Bu anlayış, geçmişte yaşanan kötü tecrübelerden çıkarılan doğru derslerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir anlayıştır. Özellikle son iki yılda yaşananlar, Türkiye ekonomi yönetimde, doğru iletişimin önemini tekrar keşfetmesi gerekiyor. Tabii bu gerçekleşene kadar oluşacak fatura, yine vatandaşa kalacak.  

Sunday 15 November 2020

Türk Lirasındaki Düşüş Kalıcı Olur mu?

Bir zamanlar, İstanbul’da, Mahmut Efendi diye biri yaşarmış. Bir gün, bir komşusu, Mahmut Efendi’yi sokakta çıplak dolaşırken görmüş. Komşu, biraz şaşkınlık ve biraz da kızgınlık içerisinde, Mahmut Efendi’ye, “Neden çıplak dolaşıyorsun?” diye çıkışmış. Mahmut Efendi de; “Soyunmuş bulundum bir kere!” diye cevap vermiş. 

 

Zaman zaman, Dolar/TL paritesinin dili olsaydı, “Neden yükseliyorsun?” sorusuna karşılık, herhalde Mahmut Efendi’nin cevabına benzer bir cevap verir diye düşünürüm: “Yükselmeye başlamış bulundum bir kere.”

 

Dolar/TL paritesi 2013 yılından beri dalgalı ama sürekli artan bir seyir izliyor. Berat Albayrak’ın istifası ise bu trendin değişebileceğine dair beklentileri artırdı. En azından, Türkiye hükümeti, son yıllarda yaşanan ekonomik fiyaskonun bütün sorumluğunu Albayrak’ın sırtına yükleyip, istifası sonrası ekonomik beklentileri olumlu yönde değiştirmeye çalışıyor. Bu algı operasyonu da şimdilik başarılı olmuşa benziyor. Bu başarının bir sonucu olarak da, TL son günlerde değer kazanmaya devam ediyor. 

 

Yaratılan bu olumlu hava beraberinde önemli bir soruyu da getiriyor: TL’nin değer kazanması devam etmesi ya da en azından istikrar kazanması mümkün mu? Her iki ihtimale de, olumlu yanıt vermek oldukça zor. Ama şunu söyleyebiliriz ki; Türkiye ekonomisinde şu anda yaşanmakta olan ekonomik sıkıntılar bireylerin ötesindedir. 

 

Türkiye’de tercih edilen ekonomik büyüme modelinin ve siyasi rejimin de bir sonucu olarak, ekonomi kendini 2018 yılında kötü bir dengede bulmuştu. Ekonomiyi bu kötü dengeden kurtarmak için politika seçenekleri vardı. Ancak bu seçeneklerin hepsi kötüydü ve bu seçenekler, bugün daha da kötüleşmiş durumda. Bu nedenle de, bu aşamada, sadece isimlerin değişmesiyle sorunların da azalacağını beklemek aşırı iyimser bir yaklaşımdan öteye gidemez. 

 

Son yıllarda Türkiye ekonomisinde ortaya çıkan bu enkazda, Berat Albayrak’ın da katkısı var elbette. Görev yaptığı dönemde, ekonomide durum kötüydü. Ancak Albayrak, bu kötü durumu kabul edip, kalıcı çözüm bulmak yerine, sürekli olarak, tabir yerindeyse, domuza ruj sürme gayreti içerisindeydi. Bu da, tabi, ekonomik yönetimin kredibilite ve güvenliliğini yitirmesine neden oldu. Kuşkusuz, bu güven ve kredibilite kayıplarının, Türk lirasının değer kaybında da önemli rolü var.  

 

Dolar/TL paritesindeki gelişmeleri değerlendirirken, analize paritede keskin yükselişlerin yaşandığı 2018 yılından başlamanın daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim. Bu keskin yükselişlerin arkasındaki temel ekonomik sebep, bugün artık Mısır’daki Sağır Sultan’ın bile duyduğu, özel sektörün yüksek dış borcuydu. Artan borç ödemeleriyle beraber artan döviz ihtiyacı, Dolar/TL paritesinde de artışlara neden oluyordu. O dönemde, özel sektör temsilcileri, Türk Ticaret Kanunu’na göre birçok şirketin batık durumunda olduğunu açıklıyordu. Bu önemliydi. Çünkü bu durum, ekonominin temellerinin Türkiye hükümetinin iddia ettiği kadar sağlam olmadığı gerçeğini de ortaya koyuyordu. Bütün bunlara, bir de bozulan ekonomik beklentiler ve yatırımcılara ne yaptığını bilmeyen izlenimini veren Türkiye ekonomi yönetim de eklenince, TL istikrarlı bir şekilde değer kaybediyordu.   

 

Türkiye ekonomi yönetimi, başlangıçta kredi muslukları sonuna kadar açarak bu soruna çare bulmaya çalıştı. Yabancı basına röportaj veren bankacılar, “Kredi istemeyene de zorla kredi veriyoruz,” bile diyordu. Bu politikayı, çalışmayan bir arabayı yokuş aşağıya sürerek çalıştırmaya çabalamaya benzetilebiliriz. Muazzam kredi artışına rağmen, bozuk araba bir türlü çalıştırılamadı ve aşırı kredi genişlemesi deneyi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu politika ile istenilen sonuca ulaşılamaması sürpriz değildi elbette. Sonuçta, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmak, beyhude bir çabaydı. 

 

Ülke kaynaklarını cevizcinin çuvalı olarak gören bir anlayışıyla üretilen bu çözümlerin ekonomik maliyeti devletin bütçesi için ağırdı. Ve özel sektörün bilançosunda bozulmayla ortaya çıkan sıkıntılar, son dönemde, devletin bütçesine de sirayet etmiş durumda. Son günlerde yayınlanan analizlerdeyse; artık, ekonomik sorunların başlangıcı olan özel sektörün borcu geri planda kalırken, devletin borç sorunu ön plana çıkıyor. 

 

Hem ülke ekonomisinde var olan yapısal sorunların hem de yönetim hatalarının bir sonucu olarak artan riskler nedeniyle Türkiye, son dönemde, Türk lirası cinsinden borçlanmakta zorlanıyor ve de döviz olarak borçlanmak durumda kalıyor. Bu da, şüphesiz, ülkenin dış borcunun artmasına neden oluyor. Borç geri ödemeleri de, halihazırda yüksek olan döviz ihtiyacını daha da arttıran bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.

 

Türkiye hükümetinin ekonomik sorunlar için tercih ettiği bu politika işe yaramadı ancak finansal piyasalar ve bazı ekonomi yorumcularının önerdiği, faiz artırma politikasının da sorunlarına çare olmasını beklemek yine iyimser bir yaklaşımdan öte bir şey değil. 

 

Finansal piyasaların, yüksek faiz istemesini anlamak mümkün. Sonuçta, mali piyasalar için faiz önemli bir gelir kaynağı. Ülkedeki yüksek risk düzeyi dikkate alındığında, yüksek getiri talep etmeleri de anlaşılır bir durum. Ekonomi yorumcularının, faiz artırımını çare olarak görmesinin nedeni de, herhalde, ekonomide yaşanmakta olanları borç krizinden ziyade döviz krizi olarak görmeleridir diye düşünüyorum. 

 

Şüphesiz, yüksek faiz, yurtdışından bir miktar para girişi sağlayacak. Bu sayede, döviz piyasalarında da bir sakinleşme olması bekleniyor. Ancak, kabul etmeliyiz ki yüksek faiz, şu anda reel ekonomin ihtiyacı olan en son şey. Dünyada birçok (ve hatta tamamı) merkez bankası, Covid-19’un yaratığı olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçlar ile baş edebilmek için faizleri düşürüyor. Dolayısıyla faiz artırımı, bu şartlarda borç ödeyen ve Covid-19’un yaratığı olumsuz sonuçlarla baş etmeye çalışan özel sektörün işini daha da zorlaştıracak bir etken olacak. Bu etkiyi not ettikten sonra, sanırım, faiz artışına gidilmediği durumun, gidildiği durumdan daha iyi olmadığını da not etmem gerekiyor. Bu durumda da, Dolar/TL paritesinde, özellikle son günlerde oluşturulan beklenti dikkate alındığında, keskin bir yükseliş yaşanacak.  

 

Türkiye ekonomi yönetimi, ne yönden bakılırsa bakılsın çözülmesi çok güç bir durumla karşı karşıya. Ekonomi yönetiminin manevra kabiliyeti kısıtlanırken seçenekleri de giderek azalmakta.  19 Kasım tarihinde faiz kararını açıklaması beklenen Merkez Bankası’nın, denize düşen yılana sarılır misali, bu açıklamayla yüksek miktarda faiz artışına gitmesi bekleniyor. 

 

Faiz artışının özel sektör üzerinde yaratacağı olumsuz etki dikkate alındığında, bu yeni politikanın da ömrünün uzun ve başarılı olmasını çok olası görmüyorum. Bir süre sonra, faizlerin indirime gidilmesiyse çok yüksek bir olasılık. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından da, faizlerin bu tür bir seyir izleyeceğini anlamak mümkün.  Faizlerde indirime gidilmesinin de, şüphesiz, büyük risk alarak sırf yüksek getiri için, Türkiye’ye gelecek yabancı yatırımcıları bir kez daha kızdıracağını tahmin etmek zor değil. 

 

Bütün bu olup biten içerisinde en etkileyici olan ise, Türkiye hükümetinin hem Albrayrak’ın istifasını hem de faiz artışını iyi şeylermiş gibi sunabilme başarısı. Albayrak’ın istifası, aslında, yangının binanın tamamına ulaştığının göstergesidir. Ankara kulislerini iyi bilenlerin Albayrak’ın istifa süreciyle ilgili anlattıkları, ekonomik krizin yanına bir de siyasi kriz eklendiğine işaret ediyor.  

 

Bana sorarsanız, bu kaostan çıkabilmek için siyasi otoritenin yapabileceği en iyi (ve belki de tekşey 2015 yılında Rusya’da yaşanan ekonomik krizde, Putin’in yaptığı gibi, bir süre ekonomi yönetimini tamamen uzmanlardan oluşan bir kurula devretmek olacaktır. Ancak, şu anda, böyle bir ihtimal Türkiye için pek olası görünmüyor. Abdulkadir Selvi, geçtiğimiz günlerde, Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısında; “…Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni dönemde ekonomik kararların daha çok içinde olacak. Daha doğrusu geminin dümeninde Erdoğan olacak…” diyordu.

 

Son sınıf makroekonomi dersinde okuttuğum, David Romer “Advanced Macroeconomics” kitabında, borç krizlerinin beklenmedik bir zamanda gerçekleştiğini yazar.  Romer, bu sonuca basit ama bir o kadar da etkileyici teorik bir analizle ulaşır. Bir ülkenin borcunu ne zaman ödeyemeyecek duruma geleceği, borç miktarından çok, ülkenin yeni borçlanma yapabilmesine bağlıdır. Yabancı yatırımcıların, ne kadar süre daha Türkiye’ye borç vermeye devam edeceğini kestirmek zor. Türkiye, bugüne kadar borcunu hep ödedi. Türkiye’nin hala borç bulabilmesinde bu gerçeğin de katkısı var elbette. Ancak, son 18 yılın birçok ilkin de yaşandığı bir dönem olduğu unutulmamalı. 

 

Türkiye’nin döviz finansman ihtiyacının her geçen gün arttığı ve borç verenlerin çıkarları ile ekonominin ihtiyaçlarının keskin bir şekilde ters düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bunlarla birlikte, ülkede döviz rezervlerinin olmadığı gerçeği de dikkate alındığında, Türk lirasının yakın zamanda istikrara kavuşacağı beklentisi, aşırı iyimser bir yaklaşımdan ibarettir.        

Thursday 17 September 2020

Covid-19 Belirsizliği ve Servet Vergisi

Covid-19 salgınının ekonomik ve sosyal etkilerini anlamaya çalışmada, bu yılın Mart ayında başlayan süreci farklı aşamalara bölerek analiz etmenin yararlı olacağını düşünüyorum.  Birinci aşama; virüsün hızlı yayılımı ile ülkelerin sosyal izolasyon önlemlerini uygulamaya koymasıyla başladı ve yaz aylarının gelmesiyle birlikte bu önlemlerin hafifletilmesiyle de sonra erdi. İkinci aşama; içinde bulunduğumuz aşama. Bu aşama, aşının bulunmasıyla son erecek ve üçüncü aşama başlayacak. 

 

Bu tür bir yaklaşımın yaşanmakta olan sorunların tespitini kolaylaştıracağı düşüncesindeyim. Sorunların doğru tespiti de, şüphesiz ki doğru çözümlere ulaşmamıza yardımcı olacak. Yazının geriye kalan kısmında önce, kısaca birinci aşamayı değerlendirdikten sonra, ikinci aşamaya odaklanacağım. 

 

Baştan başlayalım. Salgınla beraber alınan ev hapsi önlemleri büyük bir ekonomik krize neden oldu. Hem üretimde hem de tüketimde ciddi düşüşler yaşandı. Bu tur durumlarda, markoekonominin tavsiyesi açıktır: ‘Eğer sorunun kaynağı ortadan kaldırılamıyorsa, yapılması gereken sorunun ekonomi üzerindeki etkilerini minimize etmeye çalışmaktır.’ Nitekim; birçok ülkede ekonomi yönetimleri, bu prensipten yola çıkarak, salgının hane halkı ve şirketler üzerindeki etkisini hafifletecek ekonomik önlemler aldılar. 

 

Salgının esas ekonomik yükünü ise maliye politikası üstlendi. Para politikasını yürüten merkez bankaları, geleneksel ‘nihai kredi merci’ görevini yürüterek, içinde bulunduğumuz bu zor dönemde, maliye politikalarının uygulanmasına yardımcı oluyor.

 

İkinci aşama; içinde bulunduğumuz ve en belirgin özelliği belirsizlik olan aşama. Bu dönemde cevap bekleyen birçok soru var. Kuşkusuz cevabı en çok merak edilen soru, aşının ne zaman bulunacağı. ABD Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Doktor Anthony Fauci, aşının 2021 yılı sonuna kadar bulunabileceği tahminini yapıyor. Uzmanlar, bir aşı geliştirilmesi için gereken sürenin ortalama 10 yıl olduğunu, ancak Covid-19 aşısı için gösterilen olağanüstü çaba dikkate alındığında, Fauci’nin tahminini iyimser bulmakla birlikte, her şeyin yolunda gittiği varsayımı altında, doğru çıkma ihtimalinin de olduğunu söylüyorlar.  

 

Tüm bu belirsizlik aşının bulunmasıyla bitmeyecek elbette. Aşının üretimi ile ilgili de pek çok soru var. Bir tahmine göre; dünya yılda yaklaşık 6 milyar doz aşı üretebilecek kapasiteye sahip. Ancak bütün üretim kapasitesinin Covid-19 üretimi için kullanılması durumunda, diğer önemli aşıların üretiminde sıkıntı yaşanacak. Bunun yanında, Covid-19 için tek dozun yeterli olmayacağı iki veya üç doz gerekebileceği tahminleri de yapılıyor. Bu durumda da, üretim kapasitesinin artırılması gerektiği sonucu ortaya çıkıyor ki; bu olası gereklilik de başka soruları beraberinde getiriyor. Örneğin; üretim kapasitesinin artırılması ne kadar zaman alacak? Ya da bunun maliyetini kim karşılayacak? 

 

Aşı ile ilğili diğer bir sorun ise nasıl dağıtılacağı ve muhafaza edileceği. Aşının taşınması ve muhafazası için soğuk hava depoları gerekecek. Bu durumda mevcut kapasitenin yeterli olup olmadığı da yanıt bekleyen bir soru. 

 

Bunların yanında, KKTC gibi sık sık elektrik kesintisi yaşayan ülkelerde, aşının muhafazası ise diğer bir muhtemel sorun olarak karşımıza çıkıyor.

 

Belirsizlik sadece aşı ile ilgili değil elbette. İlk aşamada uygulanan ekonomik politikaların ekonomiyi nasıl etkileyeceği de aynı oranda belirsizliğini koruyor. Örneğin, birçok ülkede, piyasalara muazzam ölçüde nakit para akışı sağlandı. Bu artış, enflasyon yaratacak mı? 

 

KKTC yönetimi pek çok ülkeye göre farklı bir politika tercih ederek,  krizin faturasını halka yükleyen bir anlayışı benimsedi. Bu anlayışın bir sonucu olarak, hane halkının ve şirketlerin borçlarında artış yaşanıyor. Peki artan borç yükü ekonomiyi nasıl etkiyecek?

 

Cevap bekleyen bir diğer soru; Var olan ekonomik koşullar içinde, piyasa ekonomisi rejimi  mevcut haliyle ne kadar devam edebilecek? Pandemi’nin uzaması durumda, devletin ekonomik yapı içerisinde payının artması da güçlü bir olasılık olarak ortada durmakta. Bu geçişin nasıl sağlanacağına ilişkin de cevap bekleyen onlarca soru var. 

 

Özetlemek gerekirse; içinde bulunduğumuz ikinci aşamada Pandemi sürecinde belirsizliğin yarattığı sis bulutunun büyüdüğü, yeni ve ne zaman sona ereceği belirsiz daha tehlikeli bir evreye girdik. 

 

KKTC özeline dönelim. Ülke, altı ayı aşkın bir süredir Pandemi koşullarında yaşıyor olmasına rağmen, KKTC hükümeti son dönemde artış gösteren vaka sayılarına yine hazırlıksız yakalandı. Hükümet; vatandaşa şaşkınlık, kaos ve panik içinde karar alıyor izlenimini veriyor. Bu durumun birçok nedeni olabilir. Önemli bulduğum iki nedeni anlatmaya çalışacağım. 

 

Birinci neden; Pandemi’nin kısa süreceğine dair oluşan beklenti. Sağlık bakanı Ali Pilli, geçtiğimiz hafta katıldığı bir televizyon programında, aşının yıl sonuna kadar bulunabileceğini ve 2021 yılının Covid-19’suz bir yıl olabileceğini açıkladı. Bu iyimser beklenti de, KKTC hükümetinde, Pandemi nasıl olsa kısa zamanda bitecek, dolayısıyla uzun vadeli tedbir almaya gerek yok’ varsayımına neden olmuş olabilir. 

 

İkinci neden; hükümetin aslında hem sorunların büyüklüğünün hem de aşının bulunması için gereken sürenin uzayabileceğinin farkında olması ancak bu sorunları hafifletecek tedbirleri almak için yeterli mali kaynağa sahip olmaması. Aslında bu neden, başbakan dahil birkaç bakan tarafından daha önce dile getirilmişti. Son olarak, KKTC Merkez Bankası Başkanı Rıfat Günay geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, “KKTC’de para politikası yok, bu yüzden krizlere tepki veremeyiz, cevap verebilmek için bütçe olmalı ama şu anki bütçeyle cevap veremeyiz...” dedi.

 

Yaşanmakta olan krizle baş etmenin zorluğunu hafife almak istemiyorum.  Ancak devletin ve kurumlarının ‘yeterli kaynağımız ya da enstrümanlarımız yok’ savunmasını da kabul etmek mümkün değil.

 

Merkez Bankası Başkanı’nın söylediklerini detaylandırmakta yarar görüyorum. Şirketlerden farklı olarak, devletlerin para basma yetkisi var. Para basma kabiliyetine sahip ülkelerin iflas etme riski olmadığına dair genel bir inanış var. KKTC’nin Türk Lirası üzerinde herhangi bir yetkisi yok. Eğer olsaydı, iflas etme korkusu olmadan, Merkez Bankası parayı basar, nakit ihtiyacını nispeten azaltırdı. Bu nedenle de Sayın Günay, tedbirler için güçlü bir bütçe olması gerektiğini belirtiyor. Bu noktada bir not düşmem gerek. Para basma yetkisi olan ülkelerin batma riski yoktur görüşünün doğruluk payı olmakla birlikte para basmanın da sistem içerisinde bir maliyeti var. Bu nedenle, bu aracı çok kullanmak durumunda kalan bir ülke, bir süre sonra, yeni para basmak yerine iflas etmeyi tercih edebilir.

 

Eğer KKTC özelinde ‘krizlere tepki vermek için’ kriter ‘güçlü bir bütçe’ ise, bu durumda devletin, bütçesini güçlendirmeye çalışması; tartışmaların da asıl bu konu üzerine yoğunlaşması gerekmez mi? 

 

Para basmak, devletlerin kaynak yaratmak için kullanacağı tek kaynak değil elbette. Devletlerin vergi toplama yetkisi de var. Tıpkı, para basma yetkisinde olduğu gibi, vergi toplama yetkisine sahip bir devletin de batma riski yok. Tabi yukarıda para basmak ile ilgili düştüğüm not, vergi toplamak için de geçerli. Yani eğer bir devletin iflasını önlemek için, vergilerin sürekli artırılması gerekiyorsa, bu durumda, o devlet iflas etmeyi tercih edebilir. 

 

Peki, bu zorlu ekonomik koşullarda nasıl daha fazla vergi toplanabilir? Bu soru, bir süredir dünya ekonomik tartışmalarının da odak noktasında. Bu soruya çoğunlukla verilen cevapsa; servet vergisi.

 

Son dönemde dünya ekonomisinin en önemli sorunlarından bir tanesi malumunuz gelir eşitsizliği. Pandemi ile beraber bu sorun daha da büyüdü. Ülkelerin en varlıklı kesimlerinin, krizin yükünün büyük kısmını üstlenmesi, hem devletin kaynak ihtiyacına yardımcı olması hem de sosyal adaletin sağlanması yönünde önemli bir adım olarak görülüyor.

 

Bütün bu argümanlar Kuzey Kıbrıs içinde de geçerli tabi. Bu nedenle de, servet vergisinin KKTC meclisinin değerlendirmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. 

 

Diğer bir alternatif gelir kaynağı ise miras (veraset) vergisi. KKTC, vergi toplamayı seven bir ülke değil. Bu durum, miras vergisi için de geçerli. Yeni bir düzenleme ile belirli bir miktarın üzerindeki miraslardan alınacak vergiler artırılabilir.  

 

Son olarak; gelir vergisi oranlarında yeni bir düzenlemeye gidilebilir. Belirli bir seviyenin üzerindeki maaşlardaki vergi oranları artırılabilir.   

 

Pandemi; hem gelir­/kaynak dağılımını olumsuz etkiledi hem de gelirleri azalttı. Bu dönemde yapılması gereken; maliye politikalarını kullanarak, gelir dağılımını tekrar düzenlemektir.  Şüphesiz ki yeni vergi koymak ve mevcut vergilerin oranlarını artırmak kolay iş değil. Ancak Pandemi’nin yaratığı sorunlara tepkisiz kalmak da ilerde daha büyük sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır. 

 

Pandemi’nin ikinci aşamasında tıpkı birinci aşamada olduğu gibi; zor seçimler sadece ekonomi ve sağlık arasında değil, aynı zamanda bugün ve de gelecek arasındadır. Gelecekte yaşanması muhtemel sorunları öngörerek, bugün alınacak tedbirlerle, krizin ekonomi üzerindeki hem bugünkü hem de gelecekteki muhtemel olumsuz etkileri hafifletilebilir.

 

Serbest piyasa ekonomisinin, bu krize uzun süre dayanmasını beklemekse iyimser bir yaklaşımdan öteye gitmeyecektir. Nitekim son dönemde, ülkede işsizlik büyük bir hızla artıyor. Bu artışı durdurmak, politika yapıcılarının en öncelikli görevi olmalı. İşgücünün de bu süreçte mümkün olduğu ölçüde korunması gerekiyor. Bunun için de, Pandemi’den olumsuz etkilenen sektörlerde faaliyet gösteren ve normal koşullarda sağlıklı olup, vergisini ödeyen şirketlerin tespit edilmesi ve yaşatılması gerekiyor. Bu sayede, ülke ekonomisinin en önemli sorunlarından biri olan kayıt dışı ekonominin da önüne geçilmiş olur. Şüphesiz, ihtiyaç sahibi ailelere de benzer bir desteğin sağlanması aynı derecede önemlidir. Pandemi’nin ilk aşamasında, verilen 1500 TL’lik yardımın da mevcut durumda yeterli gelmediği açıktır. 

 

Bu yazıyla amaçladığım; bu sıkıntılı günlerde karamsar bir tablo çizip felaket senaryoları yazmak değil elbette. Ancak uyarma ihtiyacı hissediyorum. Şunu net bir şekilde ifade etmem gerekiyor; KKTC hükümetinin tercih ettiği ve -üzülerek belirtmeliyim ki- Merkez Bankası Başkanı’nın da söylemleriyle onayladığı; ‘bütçemiz güçlü değil, bu nedenle de krize tepki veremeyiz…’ anlayışı bizi kısa zamanda felakete ve kaosa sürükleyecektir. Korkarım ki oluşacak bu kaos ortamında şikayet ettiğimiz bu günleri bile mumla arayabiliriz…     

Tuesday 14 April 2020

Zor Kararlar Gölgesinde Türk Lirasının Seyri

Covid-19 salgınının başlamasıyla, ülke yönetimlerini çok zor seçimler yaparak yaşanan krizde mümkün olacak en iyi dengeyi tutturmaya çalışıyorlar. Salgın başladığında, sağlık ve ekonomi arasında tercih yapmak durumda kalan ülke yönetimleri; yaşanan süreçte ekonominin durmasının yaratığı sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar. Hazırlanan ekonomi destek paketleri de zor seçimleri içeriyor. Bulunan çözümlere rağmen, hala yanıt bekleyen pek çok soru var. 

Bu zor seçimler sürecinde, Türkiye gibi bağışıklık sistemi zayıf ekonomilere sahip ülkeler, gelişmiş ülkelere göre haliyle daha da çok zorlanıyorlar.  Bilindiği üzere; Türkiye ekonomisi, iki yıla aşkın bir süredir sıkıntılı günlerden geçiyor. Sıkıntının temel ekonomik nedeni ise özel sektör şirketlerinin yüksek döviz borçları olarak karşımıza çıkıyor. 

Aslında Türkiye, 2018 krizine avantajlı olduğu bir dönemde girmişti. Özel sektörün yüksek miktarda borcu vardı ama kamu maliyesi de, tarihinde hiç olmadığı kadar iyi durumdaydı.  Bu durumu fırsata çevirerek, süreçte özel sektörün rehabilitasyonu sağlanabilirdi. Ancak Türkiye hükümeti o dönemde, birtakım palyatif önlemlerle soruna çözüm bulmayı tercih etmişti.  İşte, o dönemde yapılan bu tercihler, bugün Korona virüsü ile mücadeleyi zorlaştıran en önemli etken olarak karşımızda. 

2018 sonrası alınan önemlerden en önemlisi; şüphesiz ki Merkez Bankası döviz rezervleri kullanılarak, Türk Lirasını döviz karşısında belirli seviyede tutmak için yapılan örtülü müdahalelerdir. Bu müdahale için de tabir yerindeyse oldukça ‘kurnaz’ bir mekanizma tasarlandı. Bu mekanizmada; Merkez Bankası’nın rezervleri, bilinmeyen üçüncü bir kurum aracılığıyla kamu bankalarına aktarılıyor ve bu yolla kamu bankalarının, artan ekonomik belirsizlikler nedeniyle artan döviz talebi karşılanıyordu. Güvendiğim ekonomistlerin yaptığı hesaplamalara göre; bu mekanizma ile, 60 milyar dolardan fazla para harcanmıştı. 

Bu müdahale nedeniyle eriyen Merkez Bankası rezervleri de, kısa vadeli borçlanma ile yapay bir şekilde korunmaya çalışılmıştı. İşte bu kısa vadeli borç miktarı ve Merkez Bankası’nın diğer yükümlülükleri, toplam rezervlerden çıkarıldığında; geriye pek bir şey kalmıyor. Bütün bunlar, uluslararası basında yayınlanırken, ulusal basınında kendine hiçbir yer bulamıyor, maalesef. 

Türkiye’nin büyük krize yüksek dış borç ve neredeyse sıfır döviz rezerviyle girmesi; son günlerde Türk Lirasının değer kaybetmesinin ana nedenidir. 

Bir önceki yazımda da anlatmıştım. Bu dönemde kullanılabilecek önemli iki politika aracı var. Bunlardan birincisi; kamu borçlanması, ikincisi ise para basmaktır. Ekonomide var olan sorunlar nedeniyle, Türkiye için, iki politika aracı da şu anda sıkıntılıdır. 

Ekonomideki risklerin büyüklüğü dikkate alındığında; bu dönemde Türkiye’nin uygun faizle dış borç bulması her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bu donemde Türkiye’nin yüksek faizle borçlanmaya başlaması da ülkenin borcunu ödeyemeyeceği endişesine neden olabilir, ki bu da ülkenin ekonomik olarak iflasına neden olabilecek süreci tetikleyebilir.    

Bu riski öngörmeleri nedeniyle olacak ki, Türkiye yönetimi para basma yoluna gitti. Bu politika, her ne kadar Korana krizinin yarattığı işsizliğin etkilerini minimize etmek için gerekli olsa da önemli bir de risk barındırıyor. Bu risk; basılacak olan paranın bir kısmının dövize yönelmesi ve TL üzerinde baskı oluşturması ihtimalidir. Bu ihtimal dikkate alındığında; bu politika aracının ancak sınırlı bir şeklide ve kısa bir süre için kullanılması şarttır.

Bütün bunlar da Türkiye yönetimin manevra kabiliyetini kısıtlayan faktörler olarak karşımıza çıkıyor. Bunların yanında; Türkiye yönetiminin IMF’ye karşı aldığı siyasi pozisyon da, hali hazırda zor olan bu durumu daha da zora sokuyor. IMF; bu dönemde, ülkelerin acil nakit ihtiyaçlarını karşılamak için bir fon oluşturdu. IMF’nin kuruluş amacı aslında tam da bu. Ancak, Türkiye hükümeti, IMF’den yardım istemeyeceğini söylüyor. Bu nedenle de yönetim; olası acil bir nakit ihtiyacını karşılamak için zorlu bir arayış içerisinde. Bu çerçevede; geçtiğimiz hafta, uluslararası basında, Türkiye’nin ABD Merkez Bankası’na başvurduğu yönünde haberler çıktı. Çıkan haberler aynı zamanda başvurunun olumsuz aldığı yanıt yönündeydi.

Twitter’dan takip ettiğim yabancı bir uzman; geçtiğimiz hafta Türkiye ekonomisindeki durumu yorumlarken, “Erdoğan yönetimi, her ekonomik krizde, şapkadan tavşan çıkarmayı başardı,” diyordu. Bu yoruma katılmamak mümkün değil. Ancak şapkadan tavşanı çıkaran sihirbaz olursa keyifle seyredersiniz…
   

Sunday 29 March 2020

Krizin Finansmanı Nasıl Sağlanabilir?

Korona virüsün hızlı yayılımı ve bu durumun sağlık sistemleri üzerinde yaratığı baskı, birçok ülkeyi sosyal izolasyon önlemleri de almaya zorluyor. Süreçte gerekli olduğu anlaşılan bu önlemler, haliyle dünya ekonomilerini de olumsuz etkilemekte. 16 Mart 2020 tarihlerinde yayınladığım yazımda bu etkileri tartışmıştım. Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamaya geçmeden önce, bu etkileri burada da kısaca özetlemenin fayda sağlayacağını düşünüyorum. 

Önümüzdeki süreçte; sosyal izolasyon önemleri nedeniyle azalan işgücüyle beraber, üretimde de ciddi düşüşler yaşanacak. Ev hapsi önlemleri haliyle talepte de düşüşe neden olacak. Bu iki etkeni virüse karşı alınan önlemlerin, ekonomi üzerindeki direkt etkileri olarak düşünebiliriz.

Önemlerin bir de dolaylı etkileri var tabi.  Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler, direkt etkilerin de bir sonucu olarak, nakit sorunu yaşayacaklar ve bu nedenle de pek çok işletmede işten çıkarmalar başlayacak. Birtakım yasal önemlerle bu işten çıkarmaları büyük ölçekte önlemek mümkün elbette. Ancak bu krizin, şirket bilançoları üzerinde büyük bir tahribata yol açtığı da aşikâr. Bu nedenle, bu işten çıkarmaları kanun yoluyla önlemeye çalışmak, sorunu sadece ötelemek anlamına geliyor.

Ayrıca yazımda; krizin nedeni ortadan kalkmadığı sürece; krize karşı oluşturulacak ekonomik destek paketlerinin, krizin direkt etkilerini de ortadan kaldırmadığını ve  yapılacak yardımların, ancak dolaylı etkileri minimize etmeyi hedeflemesi gerektiğini belirtiştim. Konu KKTC hükümetleriyle ilgili olunca, “Din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin, bu ailelere de destek olmak devlet olmanın asli yükümlülüğüdür,” notunu da ekleme gereği duymuştum.

Geçtiğimiz Çarşamba günü, KKTC hükümeti aldığı bu önlemleri açıkladı. Ancak açıklanan önemlerin; sorunlara çare olmaktan uzak olduğu, hali hazırda birçok kesim tarafından dile getirildi zaten. Yine de özellikle önemli gördüğüm beş eksikliği burada sıralamakta yarar görüyorum: 

     1. Faaliyetleri durdurulan özel işletmelerin çalışanlarına yapılacak olan 1,500 TL’lik destek oldukça az. 

     2. Zaten az olan bu 1500 TL’lik yardımdan sadece KKTC ve TC vatandaşlarının yararlanabilecek olması da konu ile ilgili kaygılanmakta haklı olduğumu kanıtlar nitelikte. 

     3. Olağanüstü koşullar yaşadığımız bu dönemde kritik rol oynayan belediyelerde yapılacağı açıklanan %25 kesintinin, yarardan çok zarar getireceği aşikar.

     4. Açıklanan tedbirler sadece üç aylık bir dönemi kapsamakta. Sonrasında ne olacağı konusunda herhangi bir ipucu yok.

     5. Paket; bu dönemde hayati önem taşıyan sağlık hizmetleri konusunda ise herhangi bir öngörü içermiyor.


Başbakan Ersin Tatar’ın bu yetersizliklerle ilgili özrü; eldeki kaynakların sadece bu kadarına yettiği yönündedir. 

Peki, gerçekten de öyle mi? Bu zor günleri mümkün olduğunca az hasarla atmak için yeni kaynak yaratmak imkansız mı?

Gelin ekonomi teorisine dönelim ve bu yukarıda sıraladığım soruları cevaplamaya çalışalım. Ekonomide böyle olağanüstü dönemlerde kullanabilecek iki politika aracının ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan birincisi; kamu borçlanması, ikincisi ise; merkez bankasının para basması. 

Kamu borçlanması; Kuzey Kıbrıs’ın tabu konulardan biri. Her şart ve koşulda borçlanmanın kötü olduğuna dair bir inanış var. KKTC hükümetinin bu politika aracını tercih etmemesinde bu inanışın etkili olduğunu düşünüyorum. Daha önce, bu inanışın devleti nasıl etkisiz hale getirdiğini de, bu linkten ulaşabileceğiniz yazımda ayrıntılı şeklide anlatmıştım. 

Şüphesiz kamu borçlanması; bedava para demek değil. Bunun geri ödenmesi lazım. Eğer bu geri ödemeyi devlet kendi kasasından yapacaksa; özel sektörün bu sorununu devletin üstlenmesi anlamına gelir ki, bu da arzu edilen bir durum değildir. 

Ancak, yapılacak düzenlemelerle bu dezavantajı bertaraf etmek de mümkün. Bu borçlanma ile amaç; özel sektöre destek sağlamak olduğundan, bu borcu da, kriz sonra erdikten sonra, vergi sisteminde yapılacak etkin ve adil bir düzenleme ile özel sektörün ödemesi sağlanabilir.    

Açıklanan ekonomik tedbirlerle ilgili yapılan önemli ve haklı bir diğer eleştiri de; bütün yükü kamu emekçisinin üstendiği yönündedir. Bu yukarıda anlattığım yolla özel sektörün de, bu eleştiriye de bir cevap olarak, çözüme katkıda bulunması sağlanmış olur. Bu da, sosyal adaletin gerçekleşmesi  için bir önemli bir adım olur. 

Bu borçlanma sayesinde; krizin yarattığı maliyetin yıllara dağıtılması da sağlanabilir. Böylelikle; ekonomik faturayı çok kısa zamanda ödeme zorunluğunun da önüne geçilir. 

Son olarak; bu ekonomik koşullarda borçlanmanın bir de önemli avantajı olduğunu burada belirtmeliyim. Ekonomik aktivitenin neredeyse durması nedeniyle, kredi talebinde düşüşler olması kaçınılmaz görünüyor. Kamu borçlanması kredi talebinin de artması anlamına geliyor, ki bu sayede mevduatın atıl durmasının da önüne geçilebilir. 

Özetlemek gerekirse; kamu borçlanmasıyla yaratılacak bir kaynakla, özel sektör çalışanlarına daha büyük bir destek sağlanabilir. Kriz sonrasında da, özel sektör bu borçlanmayı, vergi sisteminde yapılacak adil bir düzenlemeyle ödeyebilir. Bir anlamda, devlet özel sektör için ve onun adına borçlanabilir.  

Ancak, risklerin çok yüksek olduğu bu dönemde, bu yolla ne kadar kaynak yaratılabileceğini de kestirmek zor. Bankalar likit pozisyonda kalmayı tercih edebilir. Bu ihtimal de ikinci politika seçeneğinin önemini daha da artırıyor. 

İkinci politika aracı olan para basma politikasına dönersek; para basma normal koşullarda ekonomistlerin tabu konularından birisidir.  Bunun en önemli nedeni, para basmanın enflasyona neden olması. Para basma; daha çok paranın, aynı miktarda mal ve hizmeti satın almaya çalışması anlamına gelir. Bu da fiyatların ve de dolayısıyla enflasyonun artmasına neden olur.

Ancak normal bir dönemde değiliz, maalesef. Bu nedenle de bu politikanın enflasyon yaratma riski oldukça düşük. Eğer böyle bir risk varsa da, alternatifler dikkate alındığında, bu alınmaya değer bir risk olarak görülmeli. Bu nedenle de, birçok ekonomist (ben de dahil); bu dönemde bu politika aracının etkin bir şeklide kullanılması gerektiğini söylüyor.

Bu linkteki yazımda  da belirttiğim gibi; merkez bankaları, böyle sıkıntılı günlerde, “Nihai kredi mercii” (lender of last resort) görevini üstlenirler. Ekonominin emniyet supabı olarak nitelendirilebilecek bu mekanizma sayesinde; merkez bankaları kendi devletlerine geçici kredi sağlarlar.

Şüphesiz, KKTC’nin Türk Lirası’nda yetkisi yok. Yetki, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nda. Bu dönemde, bu desteği KKTC hükümetine sağalmanın, TCMB’nin etik olarak sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu dönemde, KKTC için para basmanın, Türkiye Cumhuriyeti devleti için, basılan paralar için kullanılan kâğıt ve mürekkebin dışında, bir maliyeti yok. 

Bu nedenlerle dolayı da, Mustafa Akıncı’nın Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp, yardım istemesi yerinde bir karar. Mektupta ne yazıldı bilmiyorum ama, istenmesi gereken; KKTC için “Nihai kredi mercii” sorumluluğunu, TCMB’nin, bu olağanüstü dönemde, yerine getirmesidir. 

İşgücü ve alım gücünü ne kadar kriz öncesi seviyelerinde tutabilirsek, ekonominin toparlanması da o kadar hızlı olacaktır. Kaynak yaratılamaması durumu ise; bütün alacak ve vereceklerin krizin bitimine kadar dondurulması gibi daha radikal sayılabilecek seçeneklerin gündeme gelmesine neden olacaktır.   

Maalesef, Kuzey Kıbrıs bu büyük krize çok kötü bir dönemde yakalandı. Aslında 2018 yılında yaşanan döviz krizi bu sorunların su üstüne çıkmasını sağlamıştı. Ancak bu sorunları halı altına süpürmeyi tercih ettik. Şimdi de, bu yapısal sorunlarla birlikte, çok daha büyük bir krizle karşı karşıyayız ve baş etmekle haliyle zorlanıyoruz. Ancak, tüm  bunlara rağmen, yine de, “kaynak yoktur” anlayışını kabul etmek mümkün değildir.  Her zaman kaynak vardır; sadece hükümet yetkilerinin içinde bulundukları durumda birtakım seçimler yapması gerekir. Umarım, bu seçimleri biran önce yaparlar ve yine umarım ki, doğru seçimler yaparlar.