Sunday 21 November 2021

Euro Krize Çare mi?

“Türk lirası yerine Euro kullanırsak Türk lirasının (TL) değer kaybından kaynaklanan enflasyondan derdinden kurtulabilir miyiz?” sorusu, TL’nin hızlı değer kaybettiği dönemlerde gündeme gelen bir soru. Bu değişimi savunanların anlattıklarından anladığım, var olan koşullarda Türk lirası yerine Euro kullanmak bedava yemek gibi bir şey. 

Yerli para birimi yerine daha istikrarlı yabancı para birimi kullanma fikri yeni değil; bu fikir farklı ülkelerde yürürlüğe kondu, konuluyor. Bu politikanın başarısız örneklerine bakıp da kestirip atmak da mümkün ama öyle yapmayacağım. Bu öneriyi önümüzdeki seçim döneminde çokça duyacağız gibi görünüyor. O yüzden, bu öneriyi Kuzey Kıbrıs üzerinden değerlendirmek istiyorum.  

Euro kullanmanın en önemli “olası” avantajı, Euro daha istikrarlı seyreden bir para birimi olduğundan satın alma gücünün daha istikrarlı hâle geleceğidir. Bu beklenti ve avantajı not ettikten sonra bunun olası dezavantajlarına odaklanmak istiyorum. 

Kuzey Kıbrıs, sürekli bütçe açığı veren bir ekonomiye sahip. Euro’ya geçmek, Euro finansmanının ihtiyacının artması demek. Ülkenin çok döviz geliri olmadığı düşünüldüğünde bu açık, nasıl finanse edilecek? Türkiye, son dönemde döviz borçlanabilmek için %6 faiz ödüyor. Kuzey Kıbrıs’ın Euro borçlanabilmek için biraz daha fazla faiz ödemek durumda kalacağını tahmin ediyorum. Faiz oranı %6 bile olsa fazla döviz geliri olmayan bir ülkenin, bu faiz oranıyla uzun süre devam edebilmesi çok olası değil. 

Mevcut yapı içerisinde Euro’ya geçişin fiyatlara istikrar getireceğinden emin değilim. Euro, fiyat istikranın ya da düşük enflasyonun garantisi değil. Euro kullanılan ülkelerde enflasyonun düşük olmasının nedeni Euro değil, bu ekonomilerinin sağlıklı bir yapıya sahip olmasıdır ve iyi yönetilmeleridir. Pekâlâ, Euro’lu bir ekonomide de yüksek enflasyon yaşanabilir. Bu konuyu detaylandırmak istiyorum. 

Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’deki fiyat hareketlerini kıyaslamak cevabını aradığımız soruya ışık tutabilir. Ancak maalesef ne Kuzey Kıbrıs’ta ne de Türkiye’de açıklanan enflasyon rakamları güvenilir. Bu nedenle, ben bu tür bir kıyası yapabilmek için Gloria Jeans’in küçük boy latte fiyatlarını kullanıyorum. Latte fiyatlarının avantajı şu: Aynı ürün ve kahve fiyatı, içerisinde birçok farklı maliyeti barındırıyor. Bu yılın haziran ayında bir latte Kıbrıs’ta 18 TL’ye satılırken Türkiye’de 13,25 TL’ye satılıyordu. Hazirandan bugüne latte fiyatları her iki ülkede de arttı. Kıbrıs’ta lattenin fiyatı %22 artışla 22 TL’ye yükseldi. Türkiye’de bunun yarısı kadar bir artış var. Türkiye’de lattenin fiyatı %11 artışla 14,75 TL oldu. Fiyatları aldığım gün, TL’nin döviz karşısında değer kaybı da yaklaşık %22’ydi. Yani Kuzey Kıbrıs’ta kur geçişkenliği Türkiye’dekinin neredeyse iki katı. Başka bir deyişle Kuzey Kıbrıs’ta TL’nin değer kaybı, latte fiyatlarına bire bir yansımış durumda. Bu sonucu, ülkedeki diğer birçok ürün için genellersem fazla itiraz geleceğini sanmıyorum.   

Bu rakamlarla anlatmaya çalıştığım şu: Kuzey Kıbrıs ekonomisi enflasyon yaratmaya meyilli bir ekonomi. Aynı döviz kuru şoku, neden Kuzey Kıbrıs’ta fiyatlara, Türkiye’ye göre çok daha fazla fiyat artışına neden oluyor? Bu, Kuzey Kıbrıs’taki politika yapıcıların odaklanması gereken önemli bir soru. Bunun nedeninin Kuzey Kıbrıs’taki piyasaların yapısındaki sorunlardan kaynaklandığı açık. Rekabet eksikliği ilk akla gelen muhtemel neden. 

Buraya kadar anlattıklarım, özel sektörün fiyatlamalarıyla ilgili. Sorun sadece özel sektörle sınırlı değil. Bütçe açıkları enflasyonu artıracak diğer önemli bir tehlike. Euro’lu ekonomide devlet bugün yaptığı gibi bütçe açıklarını finanse etmek için kontrolündeki fiyatlara zam yapmayacak mı? Bu da bütçe açıklarının artığı dönemlerde daha fazla zam demek. Kamu zamlarının ülkedeki diğer fiyatları nasıl artırdığını biliyoruz.   

Euro’lu bir Kuzey Kıbrıs ekonomisinde, enflasyonun her zamanki maliyetlerinin dışında önemli bir maliyeti daha olacak. Bu maliyeti açıklamadan önce birkaç noktayı vurgulamam gerek. Euro’ya geçiş; ülke ekonomisindeki yapısal sorunları çözmeyecek, ülkenin Euro gelirini artırmayacak, ticaret ortağını da değiştirmeyecek. Türkiye yine alışveriş yapılan tek ülke olacak ve kur yine dalgalanacak. TL, döviz karşısında değer kaybediyor ancak dalgalanarak değer kaybediyor. 2018 yılında 1 dolar 3,75 TL iken yılın sonunda 5,29 TL’ye yükseldi. Ancak yıl ortasında parite 6,90 seviyelerindeydi. Yani yılın ilk yarısında %40 değer kaybeden TL, ikinci yarısında %30 değer kazandı. Geçen yılda da benzer bir durum yaşandı. Yarın doların 8 TL’ye düşüp bir süre sonra 14 TL olmayacağının garantisi yok. Bu senaryonun gerçekleşmesi, piyasaları memnun edici bir kanun hükmünde kararnameye bakar. Bütün bunlar Euro için de geçerli. Kısaca Euro’ya geçiş durumunda da kurdaki oynaklık sürecek ve bu oynaklık, planlama ve yatırımı önünde engel teşkil etmeye devam edecek. Bu oynaklık da enflasyonun artmasına neden olacak bir risk. 

Euro’lu bir ekonomide enflasyondaki her artış, Kuzey Kıbrıs’ın yükseköğretim ve turizm alanlarında rekabet edebilirliğini kaybetme riskini artıracak. Kuzey Kıbrıs’a giden üniversite öğrencilerinin yarısından fazlası Türkiye’den, Kıbrıs’a en çok turist olarak giden ülke de yine Türkiye. Euro kullanıldığı durumda, Türkiyeli öğrenciler ve turistler için Euro’daki TL kaybının üzerinde ek bir maliyet yaratma riski var. Türkiye’den gelmesi muhtemel öğrenciler, belki Kuzey Kıbrıs’ta bir üniversite yerine, belki Türkiye’de bir üniversiteyi tercih edecek. 

Rekabet edebilirliği tekrar tesis etmek için TL’nin Euro karşısında değer kaybettiği dönemlerde hotel, ev kiraları vb. fiyatlarda indirime gidilebilir. Ancak işletmeler bu seçeneği tercih etmeyebilir çünkü maliyetleri Euro cinsinden olacak. Bu yolun tercih edildiği durum da parlak değil. Bu, TL her değer kaybettiğinde Kıbrıs Kıbrıs’ta fiyatların düşmesi anlamına geliyor ki bu da fiyat istikrarı anlamına gelmez. Fiyatlardaki düşüş, işletmeleri zora sokacağı gibi Japonya örneğinde de görüldüğü gibi birçok başka ekonomik soruna da neden olabilir. Devlet burs verip aradaki farkı kapatabilir, diyebilirsiniz. Bu seçeneğin de sürekli açık veren devlet bütçesi üzerinde baskıyı daha da artmasına neden olacağı aşikâr.     

Kurdaki dalgalanmalar üzerinden devam edelim. Kuzey Kıbrıs’a birçok ürün Türkiye’den gidiyor. TL’nin değer kazanmasıyla Türkiye’den ithal edilen ürünler Kuzey Kıbrıs’ta pahalılaşacak, TL’nin değer kaybetmesiyle ucuzlayacak. TL değer kaybedince Türkiye’de üretilen ürünlerin fiyatı artıyor ama TL değer kazanınca ucuzlamıyor. Bu da ürünlerin Euro cinsinden pahalılaşma ihtimalini artırıyor. Bu açıdan da Euro kullanmak sadece kurdaki dalgayı tersine çevirmeye yarayacak.

Bu tür maliyetlerin listesini uzatmak mümkün. Uzatmaya gerek yok sanırım. Kısaca Kuzey Kıbrıs özelinde söylemeye çalıştığım, TL’den Euro’ya geçmek sanıldığı kadar kolay olmadığı ve içinde ciddi riskler barındırdığıdır.    

Şüphesiz, siyasi partiler istedikleri politikayı ve görüşü savunabilirler. “Riskleri var ama faydaları çok.” deyip halktan yetki alırlarsa istedikleri politikayı uygulamaya da koyabilirler. Ancak tabii sorunlar doğru tespit edilmediğinde esas sorunların çözümü ikinci planda kalır, var olan sorunlara yenileri eklenir. 

 

***

 

Geçtiğimiz günlerde kızı ölen acılı annenin, kızı ölmeden hastanede yaşadıklarını gazetelerde okudum. Çok üzüldüm. O annenin anlattıklarını okurken yaşadığı çaresizliği ben de yaşadım. Ekran koruyucunun devreye girmesiyle kararan ekrana bakarken son yıllarda bu tür olaylardan daha fazla etkilendiğimi düşündüm. İçimdeki ses, bu durumu ilerleyen yaşın bir sonucu artan duygusallığa bağladı. Ama ikna olmadım, bu olay yaşla açıklanacak kadar basit değildi.  

Üzüldüğüm şey, özellikle son yıllarda, Kıbrıs’ın kuzeyinde artan sosyal adaletsizlikti. O küçük kız, devlet hastanesi yerine özel bir hastaneye gitmiş olsaydı belki de şimdi yaşayacaktı. Lafım sağlık çalışanlarına değil elbette. Onlar da devlet hastanelerindeki maddi yetersizlikler ile personel yetersizliklerini gidermek için çalışıyorlardır. Ve tabii, maalesef, ateş düştüğü yeri yakıyor. Olay unutuldu gitti bile.

Sağlığın reforma ve fona ihtiyacı olduğu ortada. 2022 bütçe yasa tasarısına baktığınız zaman sağlık harcamalarının, devletin açıkladığı enflasyon kadar bile artırılmadığını öğreniyoruz. İşin en ilginç yanı, muhalefet partileri bu bütçenin geçmesi için canla başla çalışıyorlar. 

Özellikle sol partiler için şaşırıyorum. Bir sol parti seçim sonrası iktidara gelme olasılığını düşünüp, kendi bütçesini hazırlayarak “Sağlık harcamalarında rekor bir artış yaptık!” diye övünmek istemez mi? Sağlık ve eğitim harcamalarını dahi artırmayı başaramayan bir sol partinin var oluş misyonu nedir? 

 

***

Mevcut “et ve tırnak” olarak tarif edilen yapı içerisinde Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye’de yaşananlardan etkilenmemesi mümkün değil. Bu krizin, dar gelirlilerin krizi olduğu yorumları yapılıyor. Bu yorumlar şu an için doğru. Yazılarımı takip edenler bu konuda ne düşündüğümü bilirler: Bu kriz sıradan bir kriz değil ve “Ekonomik krizler sadece dar gelirlileri etkiler.” inancını değiştirebilecek dirayette. 

Krizin çözümü konusunda Euro’dan beklentiler çok fazla. Bütçenin sürekli açık verdiği, yapısal sorunların olduğu bir ekonomide ve risklerin bu denli yüksek olduğu bir dönemde, Euro’nun tek başına fiyat istikrarını nasıl sağalacağını anlamakta zorlanıyorum. Yanıtını vermekte zorlandığım bir soru daha var: Krizin finans sektörüne sıçraması durumunda tasarrufların döviz cinsinden olması tasarrufları ne kadar koruyacak?

Çare deyince akla ilk gelenin Euro olması, Türkiye’deki ekonomi tartışmalarının hep finansal piyasalar üzerinden yapılıyor olmasının bir sonucu. Bu nedenle ekonomi deyince akla hep “para” gelir. Bu durum da özellikle kriz dönemlerinde “Kötü para yerine iyi parayı koyarsak ekonomiyi düzeltiriz.” düşüncesini tırmandırıyor. 

Yaşanan ekonomik sorunların kaynağında mevcut yapı var, Covid-19 aşılarını sırf “Rum tarafı üzerinden geliyor.” diye reddeden siyasi anlayış var, vergi almayıp teşviklerle verimsiz şirketleri yaşatmaya çalışan ekonomik düşünce var, bir türlü kalkındıramayan kalkınma kredileri var, BBC gibi uluslararası basına haber olan yabancı öğrencilerin sömürülmesine sessiz kalan siyasi duruş var, turizm denince akla sadece kumarhanelerin gelmesi var, ülkede tüketici hakkı diye bir şeyin olmaması var…     

Bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşüm de ekonomideki temel sorunların doğru tespitini ve çözümünü gerektiriyor. Mevcut anlayışlarla bu tespitler ne kadar doğru yapılabilir, bilmiyorum. Beni krizin şiddetinden daha fazla tedirgin eden nokta da bu.  

Özetlemek gerekirse ben Euro’ya geçişin tek başına sorunlara çare olacağı görüşünde değilim. Hatta bu geçişin yeni sorunlara yol açacağını düşünüyorum. Ama Euro’ya geçişin iyi bir fikir olduğunu düşünenler, bu görüşü savunmaya devam etsinler tabii. Amacım, önerilerine karşı çıkmak değil, buzdağının görünmeyen kısmı olduğunu vurgulamak sadece…

Monday 18 October 2021

Devlet Yönetiminde Risk, Romantizm ve Döviz Kurları

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmeme kararı alınca hâlihazırdaki sosyal ve ekonomik sorunlar daha da kötüleşmiş. Bu sıkıntıların iyice hissedildiği bir dönemde bir gün, bir vatandaş; çevik bir hareketle kalabalık arasından sıvışmış, Çankaya Köşkü’nden çıkmakta olan dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yakasına yapışmış, “Bizi aç bıraktın!” diyerek isyan etmiş. İnönü de Isaac Newton’un ikinci kuralını doğrulamak istercesine aynı hızda vatandaşa cevap vermiş: “Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım!..”

Bu hikâyeyi lise son sınıfta tarih öğretmenimden dinlemiştim, siz de biliyorsunuzdur… Bu hikâyeyi anlatmadaki amacım, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmeme kararını sorgulamak değil elbette; İnönü’nün tavrının, devlet yönetiminde riskin ne demek olduğunu anlamak için çok iyi bir örnek oluşturduğunu düşündüğümdendir. 

Risk; son günlerde, herhâlde, Türkiye’de en çok kullanılan kelimelerden biri ve neredeyse Türkiye ekonomisi ile eş anlama gelmiş durumda. Google’da “Türkiye ekonomisi” diye arama yaparak bu tespiti doğrulamak mümkün. Arama sonucunda çıkan makalelerin birçoğunda Türkiye ekonomisinin her geçen gün ağırlaşmakta olan sorunlarının artan risklere bağlandığını görürsünüz. Bazı makalelerde ise “risk” ve “belirsizlik” kavramları beraber kullanılıyor. 

Riskin son dönemdeki makroekonomik faktörleri belirleyen temel faktör olduğu açık. Ancak bu tespitin altını doldurmamız, risk dediğimiz şeyin tam olarak ne anlama geldiğini ve belirsizlikten farkının ne olduğunu açıklamamız gerektiğini düşünüyorum. 

Ekonomi literatüründe risk denince akla gelen ilk isim Frank Knight’tır ve riskin kabul gören tanımı da Knight’ın 1921 yılında yayımlanan kitabında yaptığı tanımdır. Belirsizliğin artmasıyla beraber ekstrem sayılabilecek olayların gerçekleşme olasılığı artar. Knight, belirsizliği iki kategoriye ayırır. Belirsizliğin ölçülebilen kısmını “risk” olarak tanımlarken belirsizliğin ölçülemeyen kısmını ise “gerçek belirsizlik” (true uncertainty) olarak nitelendirir. 

Bu tanımları örneklerle açıklamaya çalışayım. Zarla oynan bir kumar oyunu düşünün. Bir zarı attığınız zaman hangi yüzeyinin üste geleceği belirsizdir. Ancak bir yüzeyin üste durma olasılığını ve dolayısıyla oyunu “kaybetme riski”nin ne olduğu biraz matematik bilgisiyle kolayca hesaplanabilir. 

Riskin değerinin ne olduğunu ölçmek için ille de matematiksel hesaplama gerekmeyebilir. Bazı durumlarda tecrübeler de riskin değerini belirlemek için yeterli olabilir. Örneğin İngiltere’de yaşıyorsanız ve sabahları koşmayı seviyorsanız koşarken, yağmurdan ıslanma riskinin oldukça yüksek olduğunu tecrübelerinizden bilirsiniz.

Frank Knight’ın kitabında belirtiği gibi risk ölçülebildiği için riske karşı önlem almak mümkün. Sigorta dediğimiz şey de insanoğlunun belirsizliğin ölçülebilir kısmını sabit gidere dönüştürme çabasıdır. Örneğin araba kullanıyorsunuz, kaza yapma riskiniz ortalama olarak bellidir ve bu riske karşı sigorta satın alabilirsiniz. 

Bazı durumlarda sigorta almak yeterli olamayabilir. İngiltere’de sabahları koşan adamı ele alalım. Bu adam, yağmurdan korunmak için, örneğin, su geçirmediği iddiasında olan “Gore-Tex” teknolojisiyle üretilmiş bir çift spor ayakkabı satın alabilir. Spor ayakkabı teknolojisi son yıllarda çok büyük ilerlemeler kaybetti. Bu bir gerçek ancak eğer yağmurun şiddeti, ortalamanın üstünde ise su geçirmeye başlayan ayakkabılarla birlikte Gore-Tex efsanesi de çöker; hayranlık, hayal kırıklığına ve siteme dönüşür. Sitemin şiddeti de o gün yağan yağmurun ortalamadan ne kadar saptadığına bağlı olarak değişir! 

Bu girişten sonra İsmet İnönü’nün sözüne geri dönelim, sonra da bugün ekonomide yaşananları analiz etmeye çalışalım. İsmet İnönü’nün savaşa girmeme nedeni, isyan eden vatandaşa verdiği tepkiden duygusal bir karar olarak görülebilir ve bu nedenle de söz konusu karar “Devlet işlerinde romantizm olmaz” denilerek eleştirilebilir. Hatta bu eleştiriye “Bu romantizm sonunda Onikiada’yı kaybettik” yorumu da eklenebilir. 

Bana sorarsanız kararın doğruluğu ya da yanlışlığı tartışmaları bir yana İnönü’nün tercihini duygusallık olarak yorumlamak ve romantizme bağlamak hatalı bir yaklaşımdır. İnönü’nün kararı, İnönü’nün romantizm derecesini değil, bir devlet adamı olarak riske karşı olan tutumunu gösteriyordu. Verilen karar da savaşın yaratacağı risklere karşı halkını korumaktı. 

Savaşlar, Knight’ın gerçek belirsizlik olarak nitelendirdiği belirsizlikle dolu süreçlerdir. Ancak savaşların yaratacağı belirsizliklerin ölçülebilir kısımlarını ya da riskleri hesaplamak zor değil. Siyasetçiden önce bir komutan olan İnönü’nün, hem de Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı kazanmış komutanlardan biri olarak, Kurtuluş Savaşı’ndan kalma silahlarla bir dünya savaşına girmenin, birçok askerin ölümüne neden olacağını öngörmesi zor değildi. 

İnönü’nün kararında ya da riske karşı tutumunda siyasi formasyonun oluştuğu dönemin koşullarının da etkili olduğunu düşünüyorum. Simon Kuper, 14 Aralık 2017 tarihinde Financial Times gazetesinde yayımlanan muhteşem makalesinde İngiltere ve Amerika’dan örneklerle benzer bir sonuca varır. Kuper, makalesinde bir siyasetçinin verdiği tepkiyi siyasi formasyonun oluştuğu dönemlerde yaşadıkları ülkelerin siyasi ve ekonomik koşulları belirlediğini savunur. Kuper’ın öngörüsü doğru olmalı ki çoğu zaman, siyasette verilen tepkilerin değişmesi için jenerasyonun değişmesini beklemek gerekir. 

İnönü, fakirliğin ve savaşların yoğun olduğu bir dönemde yetişmiş bir siyasetçiydi. O nedenle de devletin ne derece önemli olduğunu iliklerine kadar hissediyordu. Sonuçta, o dönemde bir savaşın açacağı sosyal ve ekonomik yaraları yine devlet saracaktı. 

Bugün Türkiye’yi yönetenlerin, İsmet İnönü’nün en büyük hayranları olmadığı bir sır değil; onlar, Turgut Özal’ın hayranları. Turgut Özal’ın risk konusundaki görüşleri biliniyor. Özal, risk konusunda, İnönü’ye göre daha pragmatik bir anlayışa sahip. Özal eğer ödül yeterince tatminkârsa riski almayı değer bulan bir siyasetçiydi. Özal’ın açıklamalardan da riski almak için ödülün, en az bire üç olması gerektiğini anlıyoruz. 

AKP, kavramları mantıksal uç noktalarına çekmeyi seven bir parti. Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” anlayışından ülkenin kanun hükümde kararnamelerle yönetildiği bir noktaya geldik. Aynı tavrı risk konusunda da görüyoruz. 

Dünyanın neresinde olursa olsun, merkez bankalarının faiz kararları bir miktar belirsizlik barındırır. Ancak Türkiye ekonomi yönetiminin, faizleri düşürdüğü zaman bu kararın yaratacağı sonuçları bilmemesi mümkün mü? “Ekonomistleri kovduk, o yüzden hesaplayamıyoruz.” deme lüksleri de yok. Tecrübelerden, faiz düşürmenin kaosa neden olduğunu, enflasyonu düşürmediği gibi artırdığını da bilmeleri gerekir. 

Peki, biliyorlarsa neden yapıyorlar, neden risk alıyorlar? Frank Knight, kitabında, ondan önce de Adam Smith, insanoğlunun küçük kayıpları göze kalarak büyük kazançlar kazanma eğiliminde olduğu tespitini yapar. Kısaca Knight ve Smith’in söylediği, insanoğlunun kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediğidir. Son dönemde yaşanan kripto para çılgınlığı da herhâlde bu öngörünün en güncel kanıtı. 

Knight ve Smith’in yaptığı tespit bireyler için geçerli. Bazen hayat, yoğurdu bile üfleyerek yememiz gerektiğini dikte etmeye çalışsa da bireysel olarak risk almaya meyilliyiz galiba. Bir birey, riskli bir yatırım yaparsa bu durum kendini ilgilendirir çünkü kaybedeceği kendi parasıdır. Devlet yetkilerinin bu şekilde davranma lüksleri yok çünkü harcanacak para, halkın parasıdır ve alınacak kararların milyonları olumsuz etkileme olasılığı bulunmaktadır. Demokrasisi iyi çalışan ülkelerin bu işi şansa bırakmadıklarını ve sistem içeresinde siyasetçinin riskli kararlarının önüne geçmek için meclis dâhil bir dizi emniyet supabı koyduklarını biliyoruz, görüyoruz. 

Türkiye’nin son dönemde yaşadığı sorunlarında temelinde devletin ve bireysel risklerin birbirine girmiş olması var. Bu karmaşanın nedeni de şüphesiz yürürlükteki siyasi sistem. Mevcut sistem, bu duruma dur diyecek, halkı devlet yetkilerinin aldığı risklere karşı koruyacak mahiyete değil. 

Bu anlattıklarımdan, devlet yetkileri hiç risk almamalı sonucu çıkabilir. Ancak anlatmaya çalıştığım bu değil. Siyasilerin risk alırken, belki tıp doktorlarının bir ilacı önerirken yaptığı gibi, fayda ve zarar hesabı yapmaları gerekir. Fayda ve zarar analizi, doktorun kendisi için değil elbette, hasta içindir!

Ülkede risk almayı tetikleyen ekonomik bir ortam var. Dağ, taş bina dolunca hâliyle inşaata dayalı büyüme modelinin sonuna gelmiş olduk. Tabii gelirken de borç Ağrı Dağı’nı aşmış bulundu. Yeni bir ekonomik büyüme modeline ihtiyaç var. Bu ekonomik tıkanmışlık, risk almayı teşvik ediyor, işler yolunda gitseydi bu riskli kararlara gerek olmayacaktı. İşler yolunda gitmediği için de çözüm buluruz ümidiyle, can havliyle, “Ya tutarsa!..” anlayışıyla yeni bir ekonomik model arayışına girilmiş durumda. Bu kontrolsüz risk alma hâli sorunlara çare olmadığını gibi tam aksine yatırımcıları korkutarak ekonomideki durumu daha da kötüleştiriyor. Kötüleşen ekonomik durum, ekonomi yönetiminin daha büyük riskler almasına neden oluyor… Ekonomideki kısır döngülere artan sorunlarla beraber yeni bir kısır döngü daha ekleniyor. 

Ekonomi yönetiminin ekonomik sorunlarla başa çıkma yönteminin en tehlikeli sonucu, Frank Knight’ın deyimiyle gerçek belirsizliği artırıyor olmasıdır. Başka bir deyişle alınan riskli kararlarla birlikte toplam belirsizlik artarken, belirsizliğin ölçülebilir kısmının toplam belirsizlik içindeki payı azalıyor. Yani Knight’ın tarif ettiği bir dünyadan diğerine doğru hareket ediyoruz. Bu durumun ciddi olumsuz sonuçları olacak. Ne gibi mi?..

Yatırımcıların, yatırım yaparken kendilerini risklere karşı korumak için satın aldıkları adına “credit default swap (CDS)” denilen bir sigorta var. 2008 Dünya Krizi’nde de gördük. CDS’lerin sağlayacağı koruma “Gore-Tex” teknolojisinin yağmura karşı sağladığı korumadan çok da farklı değil. Bunun nedeni, bir dünyadan diğerine geçişin, bir önceki dünyanın risk değerlendirmelerini geçersiz kılmasıdır. Dananın kuyruğu da yatırımcılar bu durumun farkına varınca kopacak.  

Atılan her adımın, alınan her kararın sadece “gerçek belirsizliği” artırdığı bir dönemde ekonominin düzlüğe çıkması ancak mucizelerle mümkündür… Durum bu olunca Eda Baba’ya eşlik etmekten başka bir şey gelmiyor elden: 

“Bir mucize Tanrı’m bize… Günah değil ayıp ne de… Tanrı’m bize mucize…”   

 

Thursday 20 May 2021

“Okullarda virüs var, internet kafelere gidin” demenin maliyeti


Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19’un yarasalar üzerinden insanlara bulaştığı iddia ediliyor. Çin mutfağında yarasa çorbası özel bir yere sahipmiş. Hatta, seyretmenizi tavsiye etmiyorum ama internette bu çorbanın videolarını da bulmak mümkün. Salgının ilk günlerinde, İstanbul’da bir pazarcı, “Dururken pırasa, yenir mi yarasa?” diyerek bu duruma tepkisini koymuştu ancak bu geç kalınmış bir tepkiydi. Kısa sürede, Covid-19, bütün Dünya’ya hızla yayıldı. Salgın nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı yaklaşık 3.5 milyona ulaştı. Covid-19, ölümlerin yanında büyük ekonomik ve sosyal kayıplar neden oldu. 

 

Bütün bu kaosun içerinde, bu salgının iyi tarafı (eğer varsa), çocukların Covid-19’dan fazla etkilenmemesidir. Örneğin, ABD’deki rakamlara baktığımız zaman, 12 Mayıs 2021 tarihine kadar yaklaşık 568 bin kişi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin sadece %0.05’i 0-17 yaş arası çocuklardan oluşuyor. Covid-19’un esas derdi, 65 yaş ve üzeriyle; ölümlerin %80’ı 65 yaş ve üzeri insanlardan oluşuyor. Diğer ülkelerde de benzer bir durum söz konusu.  

 

Bu rakamlara ne zaman baksam, “Öyle bir ölsem, öyle bir ölsem çocuklar, size hiç ölüm kalmasa…” diyen Aziz Nesin aklıma gelir…

 

Yayınlanan son araştırmalar çocukların, yetişkinlere göre, Covid-19’u daha az bulaştırdığını gösteriyor. Ayrıca, farklı ülkelerin deyimleri de okulların açılması nedeniyle virüsün bulaşma oranında kayda değer bir artışın olmadığına işaret ediyor.

 

Son yüzyılın en ölümcül virüsü çocuklara karşı insaflı davranıyor. Ama maalesef aynı şeyi, KKTC’deki politika yapıcılarla ilgili söylemek mümkün değil. Eğitim, yılbaşından beri durmuş durumda.  Okulların ne zaman açılacağına dair bir açıklama olmadığı gibi eğitim kayıplarının nasıl telafi edileceğine dair bir plan da yok ortada.  

 

KKTC hükümetinin tercihlerine anlam vermekte zorlanıyorum. İnternet kafeler açık; gece kulüplerinin de yakın gelecekte açılacağı ilan edildi. Ancak çocukların okula gitmesi yasak. Çocuklar okula gidemiyor ama internet kafelere gitmeleri serbest. Risk grubundaki insanlar dip dibe durarak grev yapabiliyorlar ancak Covid-19 daha az etkilenen ve bulaştıran çocukların okula gidemiyorlar.

 

Eğitim şüphesiz dört duvar arasında yapılan bir şey değildir. KKTC hükümeti, okulları yasaklayarak ve internet kafeleri serbest bırakarak çocuklara nasıl bir ‘eğitim’ vermeye çalışıyor acaba?

 

Haklısınız; eğitim kayıpları, sadece Kuzey Kıbrıs’ta yaşanan bir sorun değil. Bütün Dünya’da eğitim kesintiyi uğradı. Ancak iyi yönetilen ülkelerde, okulları bir an önce açma çabasını görüyoruz. Nitekim, adanın Türk yarısında okullar kapalı iken, Avrupalı yarısında açık. 

 

OECD yaptığı bir çalışmada çıkan sonuçlar bu anlattıklarımı doğrular nitelikte. OECD’nin çalışması, en başarılı eğitim sistemine sahip ülkelerde, Covid-19 nedeniyle eğitimdeki yaşanan kesintilerin en kısa olduğunu gösteriyor. Eğitimdeki başarı ile iyi yönetim arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsaymak yanlış olmaz sanırım.

 

İyi yönetilen ülkeler, okullarını mümkün olan en kısa zamanda açmayı amaçladılar çünkü ekonomik pastanın büyüklüğünün en temel belirleyicilerinden bir tanesinin eğitim olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda, okulları kapalı tutmanın sosyal maliyetleri olduğunu da biliyorlar. KKTC’deki durum iyi yönetilen ülkelere göre biraz daha farklı. Bu fark da ekonomik büyüme modelleri arasındaki farktan kaynaklanıyor olmalı. KKTC ekonomisinin %50’si kayıt dışı!

 

Şimdi, okulları kapatmanın ekonomik maliyetine dönelim. Bu konuda yine OECD ekonomistlerinin, konuyla ilgili akademik çalışmalardan, yararlanarak hazırladıkları bir rapor var. Burada, o rapordaki bulguları kısaca anlatacağım. 

 

Önce eğitim kayıpların neden olduğu bireysel maliyetlere bakalım. Raporda, eğitim kayıplarının test sonuçlarında düşüşe neden olduğu not ediliyor. Bu düşüş de kaçınılmaz olarak, üniversite tercihlerine yansıyor. Yapılan akademik araştırmalarda, bir yıllık eğitim kaybının, mezuniyet sonrası çalışma hayatındaki geliri ortalama %10 düşürdüğü gösteriyor. Bu ortalama bir rakam. Bu oran Singapur’da yaklaşık %17 civarında.

 

Bu bireysel kayıplar, ülke genelinde de kayıplara neden oluyor. Bir yıllık eğitim kaybının, milli gelirde yol açtığı yıllık düşüş milli gelirin yaklaşık %4.3’ü kadar olduğu tahmin ediliyor.  

  

İlginçtir, geçtiğimiz günlerde, okulların kapalı olduğu bir dönemde, CTP yönetimi, uzun vadeli kalkınma planların önemine dikkat çeken bir açıklama yaptı. Yukarıda, anlattığım rakamlar ortadayken, uzun vadeli kalkınma için bugün yapılması gereken eğitimin yeniden, bir an önce, başlamasını sağlamaktır. Ülkede, ortalama eğitimin kalitesinde sorunlar olduğu açık. Eğitimin kalitesini artırmayı bırakın, okulların kapalı tutarak verimliliğin ve milli gelirin kalıcı olarak azaltıldığı bir ülkede kalkınma nasıl gerçekleşecek? Bu kalkınmanın kaynağı ne olacak? CTP’nin bu sorulara cevabı ne, merak ediyorum açıkçası!

 

Madem ki ülkenin ana muhalefet partisi kalkınmada uzun vadeli perspektifin önemini vurguladı. O halde, eğitim kayıplarının uzun vadeli ettiklerine de bakalım. Bir yıllık eğitim kaybının uzun vadeli maliyetini hesaplaya çalışalım. Yukarıda verdiğim rakamları baz aldığımda ve ekonominin her yıl %5 büyüyeceği varsayımı altında, 10 yıl içerisinde oluşacak kayıp bugünkü milli gelirin, yaklaşık %60’ı kadar.

 

KKTC özelinde, bu %60’lik kayıp, daha çok ‘göç yasaları’, daha çok kumarhane, daha çok yabancı işçi sömürüsü, daha çok ‘müdahale’ demek…

 

Buraya kadar sıraladıklarım, işin ekonomik maliyetleri. Okulları kapatarak ve internet kafe açmanın yaratığı sosyal sorunlar da olacaktır. Bu sorunları burada detaylandırmaya gerek olmadığı düşüncesindeyim.

 

Bir ülkede ekonomi kalkınmayı ve hayat kalitesini belirleyen en temel faktörlerden bir tanesi eğitimdir. Ekonomik kalkınmanın, düşük faiz politikalarıyla gerçekleşebileceğini düşünenlerin düştükleri vahim durumu “bir tripod ve bir kamera” aracıyla hep beraber seyrediyoruz… Maalesef, konunun önemine rağmen, tüm kritik konularda olduğu gibi, KKTC meclisinde konuyla ilgili tam bir sessizlik hâkim! Ve, üzülerek yazıyorum ki, maalesef, bu sefer olana bitene sessiz kalan sadece meclis değil…

Sunday 21 February 2021

Gıda Fiyatları Neden Artıyor?


 

Gıda fiyatlarındaki son dönemde yaşanan artışlar gündemin en çok tartışılan konularından bir tanesi. Türkiye hükümeti, fiyat artışlarına, sözle müdahale ederek, bu artışların önüne geçmeye çalışıyor. Yapılan açıklamalarda, esnafa, fiyat artışlarının devam etmesi durumunda, büyük cezalarla karşı karşıya kalacakları uyarısında bulunuluyor.

 

Siyasetçilerin, piyasa dışı yöntemlerle bu şekilde fiyatları kontrol etme çabası yeni bir durum değil. Bu tür yöntemlerin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eski ve ekonomi tarihi bunun örnekleri ile dolu. 

 

Piyasa dışı müdahalelerin ortak bir özelliği var; verilen en ağır cezalara rağmen, bu müdahalelerin başarısız olmaları. Eğer tarih iyi bir kılavuzsa, ceza ve uyarılarla gıda fiyatlarını istikrarlı bir yapıya kavuşacağı beklentisinin beyhude bir çaba olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.

 

Peki, gıda fiyatlarında düşüş mümkün mü ve eğer mümkünse, bu düşüş nasıl sağlanabilir? Bu soruların cevapları, gıda fiyatlarındaki artışa neden olan faktörlere bağlı. Konu ile ilgili tartışmalara baktığımız zaman, iki nedenin ön plana çıktığını görüyoruz. Birinci neden, TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesiyle ithal girdi fiyatlarındaki artış. İkinci neden ise tarım sektöründeki yapısal sorunlar. 

 

Her iki nedenin de, gıda fiyatları üzerinde etkisi vardır mutlaka. Ancak fiyat artışların salt bu nedenlerle açıklanamayacağını düşünmüyorum. 

 

Gıda fiyatlarındaki artışın nedeni TL’nin değer kaybıdır denildiği zaman, vatandaş  da TL değer kazanıyor; fiyatlar neden düşmüyor diye isyan ediyor. 

 

İkinci nedene gelince; kuskusuz, tarım sektöründe çözüm bekleyen çok ciddi yapısal sorunlar var. Konunun uzmanları, yıllardır bu sorunları detaylı şeklide anlatıyor. Bu sorunların fiyatlara etkisi olmakla birlikte, bu sorunlar, yeni değil. 

 

Şu anda gıda fiyatlarda artışa neden olan en önemli faktörlerden birinin makroekonomik belirsizlik olduğunu düşünüyorum. Burada, makroekonomik belirsizlik derken, ekstrem sayılabilecek makroekonomik olayların gerçekleşme olasılığının artmış olmasını kastediyorum. 

 

Son günlerde Dolar/TL paritesi 7 seviyelerine gerilemiş durumda ancak kısa bir süre sonra paritenin hızlı bir yükselişle tekrar eski seviyelerine dönmeyeceğinin ve hatta o seviyeleri de aşmayacağının garantisi yok. Merkez Bankasının döviz rezervinin olmayışı da bu senaryoların gerçekleşme olasılığını artıran bir unsur olarak karşımızda duruyor.

 

Makroekonomik belirsizlikler sadece dövizin fiyatıyla sınırlı değil. Faizler nasıl bir seyir izleyeceği  konusunda da belirsizlikler var. Merkez Bankası, sıkı para politikasına devam edeceğine işaret ediyor. Bu söz, ülkeye yüksek faiz getiri için gelmeyi düşünen yabancı yatırımcılar için belirsizliği azaltıyor. Ancak yerli üretici ve esnafı hem zor durumda bırakıyor hem de belirsizliği artıyor.  Merkez Bankası faiz artışına devam eder mı? Eğer ederse, faizler ne kadar daha artar? soruları cevap bekleyen sorular.

 

Son dönemde, TL’nin döviz karşısında değer kazanmasına neden olan yabancı yatırımcıların TL’ye olan ilgisinin bu sefer ne kadar ne kadar süreceği cevabı merak edilen bir diğer soru.

 

Bu soruları çoğaltmak mümkün. Örneğin; TCMB açıkladığı verilere göre, özel sektörün yılsonuna kadar 40 milyar doların üzerinde dış borç geri ödemesi bulunuyor. Bu, borcun finansmanı nasıl sağlanacak?

 

Türkiye hazinesi döviz cinsinden ancak %5-6 gibi, güçlü bir ekonomik yapıya sahip ekonomileri bile zorlayacak, bir faiz oranı ile borçlanabiliyor. Türkiye ekonomisi bu ağır yükü ne kadar daha kaldırabilecek? 

 

Soruları daha fazla uzatmayım; anlatmak istediğimi anladınız sanırım. İşte, şirketler ve esnaf da, her geçen gün büyümekte olan bu sis bulutu içerisinde sattıkları ürünlere doğru fiyatı belirlemeye çalışıyor. 

 

Peki bu belirsizlik fiyatları nasıl etki yapar? Artan makroekonomik belirsizliğin ekonomik üzerindeki olası etkileri son dönemin popüler araştırma konularından bir tanesi. Bu tür bir belirsizliğin, modellenmesi kolay değil. Ancak, son yıllarda, bu alanda, ilerleme kaydedildi. Bende bir süredir, makroekonomik belirsizliğin fiyatlar üzerindeki etkileri üzerine çalışıyorum. Yazının geriye kalan kısmında da, bu projeden bugüne kadar öğrendiklerimi kısaca özetlemeye çalışacağım. 

 

Analizi başlarken, analizi basitleştirmek için siyasi hamasetin ve açgözlü esnafın olmadığı, bütün ekonomik aktörlerin olaylar karşısında rasyonel kararlar aldığı; kısacası her şeyin tam da olması gerektiği gibi çalıştığı bir sorunsuz bir ekonomi düşünelim. 

 

Şimdi de, bu ütopik olarak nitelendirebilecek ekonomiyi, biraz gerçeğe yaklaştırmak için iki unsur ekleyelim. Birinci unsur, firmaların, serbest piyasa ekonomisin bir gereği olarak, kar amacıyla üretim yapmaları, İkinci unsur ise, firmanın ürünü için belirlediği fiyatın belirli bir süre için geçerli olması olsun.  

 

İkinci unsuru burada biraz detaylandırmam yararlı olabilir. Ürün fiyatlarının her gün değiştirilmesinin, firma için operasyonel bir maliyeti var. O nedenle olmalı ki, firmaların belirledikleri fiyatların belirli bir süreliğine geçerli olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin; TCMB’nin, yaptığı bir araştırma, işlenmiş gıda fiyatları ortalama olarak 2 ayda bir değiştiğini gösteriyor. 

 

Böyle bir ekonomide bile, simülasyon yöntemlerini kullanarak artmakta olan makroekonomik belirsizliğin ekonomik etkilerini analiz ettiğimiz zaman, firmaların kendilerini makroekonomik belirsizlikten korumak için kar marjlarını artırdığını görüyoruz. Başka bir deyişle, belirsizlik ortamında, hayatta kalabilmek için, rasyonel bir firmanın yapması gereken, kar marjını ve ürünlerin fiyatlarını artırmak. 

 

Analize, Türkiye özelinden devam edelim. Az önce de, belirtiğim gibi, Türkiye’de işlenmiş gıda fiyatları ortalama iki ayda bir değişiyor. Normal şartlarda, iki ay uzun bir süre değil. Ancak Türkiye’nin ekonomisin içinde bulunduğu ekonomik konjonktür dikkate alındığında, uzun bir süre. Bırakın iki ayı; gelecek hafta neler yaşanabileceğini bile kestirmek zor. Bu yukarıda özetlemeye çalıştığım, belirsizlik de, fiyat artışı olarak vatandaşa yansıyor. 

 

Ayrıca, gıda en temel ihtiyaç olması nedeniyle de diğer ürünlerden farklı bir konuma sahip. Diğer ürünlerde, fiyat artışları, talebin düşmesine neden olabilir. Azalan talep de, diğer ürünlerde fiyat artışlarının sınırlı olmasını sağlayabilir. Bir anlamda, talebin düşmesi, firmaların belirsizliğin yaratığı riskin bir kısmını üstlenmek zorunda bırakabilir. Ancak gıdada bu durum söz konusu değil. 

 

Türkiye İstatistik Kurumunun (TUİK)’in açıkladığı bu yılın ocak ayına ilişkin enflasyon rakamları, yukarıda anlattıklarımı destekler nitelikte. Açıklanan rakamlar, bu yılın Ocak ayında, özellikle Pandemi döneminde, lüks tüketim olarak nitelendirilebilecek, talebin daha değişken olduğu, ‘giyim ve ayakkabı’ harcama grubunda, fiyatlarında, yıllık bazda, sadece %2’e yakın artış gerçekleştiğini işaret ediyor. ‘Gıda ve alkolsüz içecekler’ harcama grubundaki artış ise yaklaşık %18.

 

Gıda fiyatlarındaki bu artış hem ortalama enflasyonu yukarıya çekiyor hem de hem toplumun en dar gelirli kesimini zorda bırakıyor.

 

Gıda fiyatlarında bunlar yaşanırken, TCMB’de ortalama enflasyondaki artışı gerekçe göstererek faizleri artırdı ve sıkı para politikasına devam edeceğini duydurdu. Bu artışla amaç, hem tüketimi hem de yatırımları pahalı hale getirip ekonomi yavaşlamak ve bu sayede de talebi azaltmak. Azalan taleple birlikte, fiyatlarda ve enflasyondaki artışı durduracağı beklentisi var. 

 

Bu politikanın gıda fiyatlarının düşürmede başarılı olması, dar gelirli kesimde açlığın artması demek. Bu politikanın ne kadar, başarılı bir ekonomi politikası olduğunun takdirini size bırakıyorum.

 

Özetlemek gerekirse; son dönemde, özelde gıda fiyatlarının ve genelde enflasyonun arkasındaki faktörün makroekonomik belirsizlik olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, enflasyonu düşürmek için yapılması gereken bu belirsizliği azaltmak. Ekonomik belirsizliği azaltmanın önkoşulu da siyasetteki kaosun sona ermesi. Umarım, fiyatlardaki artış daha da hızlanmadan bu kaos ortamı biran önce son bulur.