Thursday 27 April 2017

Kıbrıs’ta ‘demokratik’ işgale doğru



Nisan ayı başında Kuzey Kıbrıs’taydım. Bu ziyaretimde, bir süreden bu yana devam eden ekonomik ve sosyal kötüleşmenin, adadan uzak kaldığım sekiz ay gibi kısa bir sürede fark edilebilecek kadar belirgin bir ivme kazandığını, üzülerek gördüm. Altyapı neredeyse çökmüş durumda. Trafikte, mevcut altyapının, denetimsiz biçimde artan nüfusu taşıyamaz hale gelmesi nedeniyle, tam bir karmaşa hakim. Bu çağda hâlâ sık sık kesilen elektrik enerjisi, doğru düzgün çalışamayan internet şebekeleri, basından takip edebildiğim kadarıyla perişan durumda bir sağlık sistemi, birkaç gün arayla öldürülen iki genç kadının haberinin ardından, bu kez de çarşı ortasında kocası tarafından darp edilen hamile bir kadın…Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Binali Yildırım son Kıbrıs ziyaretinde yaptığı bir konuşmada, ‘Bizim Kuzey Kıbrıslı kardeşlerimiz için bir ölçümüz var; Türkiye’de ne varsa, Kıbrıs’ta da o olacak” demisti ya, Kuzey Kıbrıs ne yazık ki Türkiye’nin kötü bir örneği olma yolunda hızla ilerlemekte.
 Tam bunları düşünürken, üzerine bir de Türkiye Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut’un, “KKTC Türkiye’nin deniz aşırı bir vilayetidir. Bir plakası olur, bir valisi olur... Orada bir Cumhurbaşkanı, orada bir Başbakan, orada bir Meclis var ve bunun masraflarını Türkiye ödüyor sonuçta” şeklindeki açıklaması geldi.
Tesadaftür ki Yiğit Bulut’un yukarıda özet olarak aktardığım açıklamalarını okuduğum zaman önümde, bir nevi Kuzey Kıbrıs’ın IMF’si gibi hareket eden Türkiye Yardım Heyeti’nin Kuzey Kıbrıs ekonomisinin 2015 yılındaki durumunu değerlendirdiği raporu vardı.Ve öyle ki, rapordaki rakamlar, Bulut’un iddia ettiği gibi Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a ciddi bir mali kaynak aktardığını doğrulamıyordu. TC Yardım Heyeti’nin internet sitesinde bulunan raporun 39’uncu sayfasındaki grafiğe göre söz konusu yıl yerel giderler, büyük ölçüde (yaklaşık %90 oranında) yerel gelirlerle karşılanmış.***Yazının girişinde birkaç örnekle özetlemeye çalıştığım sosyo-ekonomik durumu, TC Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut’un bahse konu açiklamalarıyla yan yana koyduğunuzda, Kuzey Kıbrıs’ta 1974’te kurulan düzenin sonuna gelindiğini görmek, işten bile değil aslında.
Peki neden ve nasıl bu noktaya geldik?Bu soruya anlamlı bir yanıt bulabilmenin yolu, 1974 yılına dönmekten geçiyor sanırım.1974 öncesinde Kıbrıslı Türkler’in sahip olduğu sermayenin, özellikle Kıbrıslı Rumlar’ın sahip olduğu sermayeyle kıyaslandığında, çok sınırlı olduğu, yadsıyamayacağımız bir gerçek. 1974’te Türkiye’nin adaya yaptığı müdahale sonucunda Kıbrıslı Rumlar’ın elinde bulunan sermayenin hatırı sayılır bir kısmının Kıbrıslı Türkler’in eline geçmesiyle, sermaye sorunumuz bir anda çözülmüş oldu. Bu sayade, dönemin Kıbrıs Türk yönetiminin övündüğü şekliyle, kısa zamanda ‘Sterlin milyonerleri’ yaratıldı.
Ancak bu durum, ‘hızlı yükselen, çabuk düşer’ sözünü doğrularcasına, çok uzun sürmedi. Var olan sermaye yenilenmeyince, çürümeye başladı. Teknoloji zamanın gerisinde kaldı. Özellikle Özal dönemiyle beraber süratli bir gelişim içerisine giren Türkiye ile rekabet edilemedi.
Tüm bunlara ek olarak, 1990’ların ilk yarısında bir de enerji açığı sorunu ortaya çıktı. Yiğit Bulut’un aynı tv programında öne sürdüğü ‘Türkiye’nin Rumlara elektirk verdiği’ iddialarının aksine, Kıbrıs’ın kuzeyi kendi elektrik ihtiyacını dahi sağlıklı biçimde karşılayabilecek durumda değildi.  Kuzey Kıbrıs’ın ihtiyacını karşılayacak yeterili elektrik üretilemediği gibi, üretildiği kadarı da çok pahalıydı ve bu, birçok fabrikanın kepenk indirmesinin nedenlerinden bir tanesi olarak tarihe not düşüldü.  Türkiye’den önce otomotik çamaşir makinesi üretitiğimiz gerçeği de, tarihten hoş bir seda miisali, biz Kıbrıslı Türkler’in züğürt tesellisi oluverdi.***1974 yılından günümüze en önemli sorunlarımızdan biri şüphesiz kötü yönetim. Aslına bakacak olursak, ülkemizdeki sağ partilerin ‘yönetmek’ gibi bir derdi hiç olmadı. Sağ partiler yönetimi, şairin “bir sigara içimlik yer, gel artik” isyanına kulak vermişçesine adaya gelen Türkiye’ye bırakti ve Türkiye de geçmişten günümüzde Kuzey Kıbrıs’ın hem siyaset hem ekonomi yönetiminde çok önemli bir rol oynayageldi.Tam da bu sebeple, ortaya çıkan ekonomik ve ağırlıkla bunun neden olduğu soysal çöküntünün tek sorumlusu olarak Kıbrıslı Türk yöneticileri suçlamak, sanırım haksızlık olur. TC Yardım Heyeti, Kıbrıs’ın kuzeyinde uygulanan ekonomi politikalarının önemli bir bölümünü dikte ettiği gibi, adından da anlaşılacaği üzere, heyet Türkiye’den gelen yardımları da yönetti. Ama özellikle eski büyükelçi Halil İbrahim Akça’nın TC Yardım Heyeti Başkanlığı döneminde, fiilen ekonomiyi yönetmeye girişti.  ***Bir makroekonomist ve bir akademisyen olarak, bu heyetin ya da herhangi bir ekonomik organizasyonun ekonomi performansını, ancak savunduğu ekonomik politikalari akademik konsensüsle kıyaslayarak değerlendirebilirim.
Heyetin öne çıkardığı politika, sıkı bir maliye politikasıydı. Şüphesiz kıt kaynakların verimli kullanılması önemli. Ama bu hiçbir zaman tek hedef olmamalı. Büyümeyi artırıcı birtakım önlemler alınması gerekirken, tam aksine Kuzey Kıbrıs’ta büyümeyi olumsuz yönde etkileyen politikalar uygulandı.
Kamu harcamaları azaltılmaya çalışılırken işin kolayına kaçıldı; kamunun savurganlığını azaltmaya ve vergi gelirlerinin daha etkin bir şekilde toplanmasını sağlamaya yönelik politikalar yerine, heyetin telkinleriyle çıkarılan bir yasayla, kamu çalışanlarının maaşlarında indirime gidildi.Bu tür bir uygulamanın olumsuz etkilerinin olacağı, yarardan çok zarar getireceği, makroekonomistlerin cok iyi bildiği birşey. Birçok ülkede olduğu gibi Kuzey Kibrıs’ta da toplam gelirin büyük kısmı tüketime gidiyor. Hane halkının geliri düşünce, tüketiminin de azalması beklenir. Azalan talep ise üretimin düşmenine neden olur. Yavaşlayan ekonomik aktiviteyle beraber vergi gelirleri azalır. İşşizlik artar. Ve bunun böyle olduğunu söyleyen sadece ben değilim. Nobel ödüllü makroekonomist Paul Krugman da, ünlü İngiliz makroekonomist Simon Wren-Lewis de makalelerinde sık sık bunun altını çizer.  Yardım heyetinin, etkinliğin artmaya başladığı 2007 yılında yayınladığı ekonomik değelendirme raporuna göre, borç stokunun milli gelire oranı yaklasik %94 iken, 2015 yilinda bu oran, nerdeyse iki katına çıkarak, %174’e ulaştı.
Hazır konu verilerden açılmışken, Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik veriler bağlamında çok fakir bir ülke olduğunu da belirtmek istiyorum. Yayınlanan veriler de maalesef güven vermekten çok uzakta. Örnek vermek gerekirse, reel milli gelir rakamları, belki inanmayacaksınız ama, 1977 yılı fiyatları kullanılarak hesaplanıyor! Bu, ekonomi yönetimi konusundaki ciddiyetsizliğin çok güzel bir örneği.***Yazının geride kalan kısmında, sağ siyasetin hiçbir zaman ‘yönetmek’ gibi bir derdinin olmadığı şeklindeki düşüncemi sizlerle paylaşmıştım. Siyasetin sol yelpazesine baktığımız zaman, saga göre durum biraz daha farklı; en azından solun iddiası bu yönde. 2003 yılından itibaren birçok kez büyük ortak olarak hükümet kuran Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP), ‘bu memleket bizim, biz yöneteceğiz’ şeklinde bir iddiası var. Ancak şiddetle savunduğu ve de uyguladığı ekonomi politikları, aslında ekonomiyi iyi yönetecek bilgi ve beceriye sahip olmadiğını gösteriyor. Ve ne yazık ki ‘ehil olmayan kişilerin işin başına getirilmesi’ illeti, CTP örneğinde de karşımıza çıkıyor.
İlginçtir, CTP, TC YardIm Heyeti’nin savunduğu sıkı maliye politilkalarına, sağ partilere göre çok daha sıkı sarıldığı gibi, bu politikayı bir adım öteye götürerek, kamu borçlanmasını reddediyor.Oysa dünyada borç almayan ya da hiç borcu olmayan ülke mi var, allah aşkına?Tam aksine, borçlanamayıp iflas eden ülkeler var. Sistemi normal calışan bir ülke icin kabus olabilecek bu durum, CTP’nin son Maliye Bakanı’na göre doğru bir politikaydı. CTP’nin hükümette olduğu 2016 yılında, maaş ödemleri için hazinenin kasasında yeterli nakit yokken, borçlanıp maaşları ödeyebileceği halde, bakan borçlanmamayı tercih etti ve maaşlar ödenemedi. Ve bu durum, CTP’nin hükümetten ayrılmak durumunda kalmasına kadar vardı. Ardından iki sağ partinin kurduğu yeni koalisyon hükümeti, borçlanma yoluna giderek maaşları ödedi ve nispeten ekonomik aktivitenin durma noktasına gelmesinin önüne geçildi.Buraya bir not düşmekte fayda var; CTP’nin ‘bu memleket bizim, biz yöneteceğiz’ şiarına karşı durmak ya da sağ partilerin ‘yönetim’ anlayışını sahiplenmek gibi bir iddiada değilim. Altını özellikle çizmeye çalıştığım nokta, kendi kendimizi yönetme hedefine ulaşmanın yolunun, bu tür sıkı maliye politikalarından ve borçlanmayı sonlandırmak olmadığı.Ve yine çok üzucüdür ki, CTP’nin uyguladığı söz konusu ekonomi politikalarının doğruluğunu bilimsel temelde sorgulayacak bir basının varlığından bahsetmek de mümkün değil.
Doğrunun ne olduğunu bulmak ve toplumu doğru bilgilendirmek yerine, basın bu süreçte bir propaganda aracı olarak hizmet vermeyi tercih etti. Aynı dönemde kaleme aldığım ‘Yanlış makroekonomik politakaların maliyeti yüksektir’ başlıklı makalem, 3 farklı kuruluş tarafından, farklı gerekçelerle reddedilip, sadece doğrudan muhalif olan bir diğer kuruluş tarafından yayınlanabilirken, borçlanmayı reddeden bakanın ekonomi söylemleri, sorgulanmaksızın manşetlere taşındı.
Ve toplumsal direncin giderek kırıldığı bu süreçte, sağ partiler alternatifsiz bir biçimde yeniden iktidar koltuğuna oturdu. Oysa bu tür basit hatalar yapılmasa, doğru zamanda doğru önlemler alınabilse, şimdi belki de çok daha güçlü bir ekonomiden söz edebilir, Türkiye’den gelen dayatmalara ‘dur’ diyebilecek güveni kendimizde bulabilir, kendi kendimizi yönetme hedefimize daha çok yaklaşmış olabilirdik.
***Kim bilir, belki gelecekte Kuzey Kibrıs’ta da bir referendum yapılır ve Yiğit Bulut’un şahsında dillendirilen vilayet olma ‘arzusu’ halka sorulur…Ki Kıbrıs’ın kuzeyine Türkiye’den akmakta olan nüfusun yoğunluğu dikkate alındığında, ‘Evet 82’nci vilayet olalım’ diyeceklerin sayısının %50’den fazla olma ihtimali ne yazık ki yüksektir.
Ve böylelikle topraklarımız, ‘demokratik’ yollarla resmen işgal edilmiş olur.

No comments:

Post a Comment