Sunday 13 December 2020

Dış Borç Çıkmazında Eksi Döviz Rezervleri


Türkiye kadar ekonomisinde yaptığı keskin manevralarla vatandaşını şaşkına çeviren başka bir ülke var mı, bilmiyorum… Çok uzakta değil; 2018 yılının yaz aylarında, dövizde hızlı yükselişler yaşandığı dönemin hemen öncesinde, Türkiye’nin “dünyanın en büyük 10 ekonomisine sahip ülkeler” arasına girmek üzere olduğuna dair haberler okuyorduk. Bugün ise ülkenin hızla eriyen dövizleri sonucu ortaya çıkan “eksi döviz rezervinin” ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz.  

 

2001 krizi öncesinde de benzer bir durum vardı.  Ülkede, 1999 yılında başlayan bir reform süreci yaşanıyordu. O güne kadar yapılamaz denilen birçok yapısal reform bir bir hayata geçiriliyordu. Bu reformlar, Türkiye ekonomisinin hep o beklenen “büyük dönüşümü” en sonunda gerçekleştireceğine olan inancını artırmıştı. Bu inanç sayesinde de faizlerde ve enflasyonda hayal dahi edilemeyen düşüşler yaşanıyordu. Ancak kısa sürede, rüzgâr tersine döndü; faizler, baş döndüren bir hızla, ülke tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Bütün bunların sonunda da ülke tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşanmıştı.  

 

Türkiye’nin tercih ettiği ekonomik büyüme modeli, bu sert dalgaların en önemli ekonomik nedeni. Türkiye’de büyüme, yurt dışından sağlanan kredilerle finanse edilir. Siyaset ve ekonomideki durumun nispeten iyi olduğu günlerde, yurt dışından sağlanan “ucuz” kredilerin yarattığı tüketim ve istihdam artışlarıyla beraber ekonomi büyür. 

 

Filmin mutlu kısmı borcu geri ödeme zamanı gelince biter, dramatik kısmı başlar. Kısa sürede ekonomik sorunlar büyür. Yaşanan ekonomik sıkıntılara, bir de siyasi sorunlar eklenince, durum iyice karmaşıklaşır ve içinde çıkılmaz hâle gelir.  Güçlü ekonomik performans söylemi, şişirilip ağzı açılan bir balonla aynı hızda söner.     

 

Dünya bankasının yayınladığı borç istatistiklerine baktığımız zaman, Türkiye’nin dış borcunun, 2002 yılından bu yana istikrarlı bir şekilde artığını görüyoruz. 2002 yılında, 130 milyar dolar civarında olan dış borç, 2019 sonu itibariyle 441 milyar dolara ulaşmış durumda. 

 

Şüphesiz, bu dönemde ekonomi de büyüdü. O nedenle, borç miktarını gelire göre kıyaslamak daha anlamlı olur. Bu kıyas, dış borcun gelire göre daha hızlı artığını gösteriyor. 2005 yılında, dış borcun milli gelire oranı %35 civarında iken, 2019 yılı sonunda bu oran %60’a dayanmış durumda. 2001 yılı krizinde de dış borç benzer bir seyir göstermişti. 2001 yılında, Türkiye’nin dış borcu, ülkenin toplam gelirine oranı %58 seviyesindeydi. 

 

Ülkelerin ne kadar borç kullanabileceği makroekonominin önemli konulardan bir tanesi. Bu konuda da son yıllarda, çok ilginç tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmaları, başka bir yazıda anlatırım. Ancak Türkiye özelinde, hem 2001 hem de bugün yaşanmakta olanlar, ekonominin %60 oranda bir dış borcu kaldıramadığını net bir şekilde gösteriyor.  

 

2001 yılında, Türkiye’nin dış borcunu ödeyemeyeceği ve Moratoryum ilan etmek durumda kalacağı özellikle yabancı ekonomistlerin analizlerde yer bulan bir senaryoydu. 

 

Bu senaryonun gerçekleşmesi, bana göre, düşük bir olasılıktı. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, o dönemin ekonomi yönetimi ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), döviz rezervleri iyi korumuştu. En kötü durumda, rezervler kullanılarak borç ödenmeye devam edilebilirdi.

 

Bugün için aynı savunmayı yapmak mümkün değil maalesef. Kurumları etkisiz hâle getirip kurumsal hafızanın yok edilmesinin de bir sonucu olarak, TCMB’nin döviz rezervleri eksiye düşmüş durumda. TCMB’nin ne kadar döviz rezervi olduğunu hesaplamak için Merkez Bankası’nın tüm döviz varlıklarından, tüm döviz yükümlülüklerini (swaplar dahil) çıkarıyoruz. Bu basit matematik işlemi, şu an için Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) net döviz rezerv miktarının yaklaşık -50 milyar dolar olduğu gösteriyor.    

 

“Eksi döviz rezervi” sık yaşanan bir durum olmadığından dolayı hem pratikte hem de teorik açıdan ilginç bir kavramdır. Bu kavramın ne anlama geldiğini şirketler üzerinden bir örnekle anlamaya çalışalım. Analizi basitleştirmek için de tamamen döviz cinsinden varlık ve yükümlükleri olan bir şirket düşünelim. Tam da bugün TCMB’nin bilançosunda olduğu gibi, bir şirketin döviz cinsinden yükümlüklerin, döviz cinsinden varlıklarından fazla olduğunu varsayalım. 

 

İnternette yaptığım araştırmaya göre, yükümlülüklerin varlıklardan daha çok olması durumu bazı ülkelerde iflas nedeni bile sayılıyor. Avusturya, Japonya, Israil ve Polonya, bu ülkelerden bazıları. Bu iflasın arkasında da bu durumda bir şirketin borçlarını ödeyemeyeceği düşüncesi var. 

 

Bir şirketin, borçlarının alacaklarından fazla olması, o şirketin faaliyetlerini sürdüremeye devam edemeyeceği anlamına gelmez elbette.  Eğer şirket, günlük ihtiyaçlarını karşılayacak finansmanı bir şekilde karşılayabiliyorsa ve şansı da yaver giderse, pekâlâ, faaliyetlerine bir süre daha devam edebilir. Ancak şirketin, bu şekilde, uzun süre hayatta kalmasını beklemek ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olur, bunun takdirini size bırakıyorum.  

 

Şimdi, Merkez Bankaları açısından durumu değerlendirelim. Merkez Bankaları’nı özel statüye sahip bir şirket olarak düşünsek bile, Merkez Bankaları’nı, şirketlerden farklı kılan çok önemli bir özellikleri var. Bu özellik de para basma yetkisidir. Bir Merkez Bankası’nın, yeni para basmanın direk maliyeti neredeyse sıfırdır. Merkez Bankası para basarken, karşılığında, altın ya da herhangi bir malı teminat göstermesine gerek yok. Bu yetki sayesinde de bir anlamada merkez bankaları neredeyse, sıfır maliyetle kaynak yaratabilir. 

 

TCMB özeline dönecek olursak, negatif döviz rezervi oluşması durumda oluşacak döviz ihtiyacı, TL basarak karşılama durumunda kalabilir. Mevcut ekonomik ve siyasi konjonktür içerisinde de başka alternatif yok gibi görüyor. Türkiye hükümetinin, ülke malının, Katar’a satılarak bir kaynak yaratma çabası içeresinde olduğunu okuyoruz. Ancak bu yola, ülkenin döviz finansman ihtiyacı sorununa kısa süreliğine çare olacaktır. 

 

Para arzındaki bir artış, kuskusuz, daha çok paranın, aynı miktardaki mal ve hizmeti satın almaya çalışacağından dolayı, enflasyona anlamına geliyor. Şüphesiz, dövize olan talebin artması da döviz kurlarında artışa neden olması beklenir. 

 

Kısaca, Merkez Bankları, bildiğimiz manada iflas etmez belki ama bir Merkez Bankası’nın iflası, enflasyon ve değer kaybeden yerel paranın habercisidir. 

 

Kuşkusuz, eksi döviz rezervi sorunun kendisi değildir. Ülkenin, yüklü dış borcunun ve bu borcun yaratığı döviz finansman ihtiyacın, Merkez Bankası’nın bilançosuna yansımış halıdır. Kısa sürede eriyen Merkez Bankası rezervleri de bu ihtiyacın ciddiyetini gösteriyor.  Bütün bu yaşananlar içeresinde, bence en kritik soru; Türkiye ekonomi yönetimin durumun vahametini anlayıp anlamadığıdır. Ben, bu soruya olumlu yanıt veremiyorum. 

 


 

 

Friday 4 December 2020

Üçüncü Çeyrek Büyüme Rakamları, İşsizliğin Kalıcı Olabileceğini Gösteriyor

İngiltere’de York Üniversitesi’nde doktora eğitimine başladığım ilk yıldı. O dönemde, üniversitede de kriminoloji, psikoloji ve ekonomi bölümlerinin ortaklaşa kurduğu; bu bölümlerden bağımsız çalışan bir araştırma merkezi vardı. Söz konusu araştırma merkezi o günlerde, İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği bir proje yürütüyordu. Bu proje, bakanlığın uygulamakta olduğu pilot bir programın etkinliğini değerlendirmeyi içeriyordu. Programın amacı, sürekli benzer suçlarla hapse düşen mahkûmlara, hapisten çıktıktan sonra maddi ve manevi destek sağlamak ve bu sayede kısır döngüyü kırarak tekrar suç işlenmesinin önüne geçmekti.  

 

Bu proje çerçevesinde, kriminoloji uzmanları ve psikologlar, mahkûmlarla hem hapisteyken hem de hapisten çıktıktan sonra görüşmeler yapıyor ve bu görüşmeleri raporluyorlardı. Ekonomistlerin görevi ise bu raporlarından bir veri bankası oluşturmaktı. Buna ek olarak da ekonominin tekniklerini kullanarak, programın etkinliğini ölçmekti. Bu değerlendirme sonucunda çıkacak sonuçlar, İngiltere İçişleri 

Bakanlığı’nın programa devam edip etmeyeceğine karar verirken veri olarak kullanılacaktı. 

 

Bu proje için yarı-zamanlı çalışabilecek bir ekonomiste ihtiyaç vardı. Direkt benim alanım olmamakla birlikte, proje ilgimi çekmişti. Teklif gelince de kabul etmiştim. 

 

Görüşme tutanaklarından, programa dahil olan mahkûmlardan bir tanesinin hapis sonrası hayata ayak uydurmakta zorlandığını anlıyordum. Kaldığı yerden atılmak üzereydi ve işinden kovulmuştu. Yiyecek alacak parası yoktu ve yine hırsızlık yapmıştı. 

 

Tutanaklarda, kriminoloji uzmanın bir sorusu üzerine mahkûmun cüzdanında sakladığı 50 sterlin olduğu ortaya çıktığı yazıyordu. Uzmanın üstelemesi üzerine, mahkûmun, bu parayı neden sakladığını ve yiyecek almakta kullanmadığını açıklamıştı. 

 

Mahkûmun, kendi ile yaşamayan altı yaşında bir kızı vardı. Bu parayı da kızının doğum günü için saklıyordu. Mahkûm, bu parayla, kızına hediye alacaktı ve söz verdiği gibi onu McDonalds’a götürecekti. 

 

Bu cevabı okuduktan sonra, gözlerimin dolmasına aldırmadan veri bankasını oluşturmaya devam ettim. O gün, o babaya elimi uzatamadığım için üzülmüştüm. Neyse ki o dönemde ekonomi ve sosyal politikalarını Gordon Brown’ın belirlediği İngiltere Devleti, o babanın yanındaydı.  

 

Şüphesiz ki ekonomi, aşağıya ve yukarıya hareket eden rakamlardan ibaret değildir. O rakamların her birinin arkasında insanlar bulunmaktadır. Ekonomi politikaların odağında da bu gerçek var. Ekonomistler olarak bu gerçeği ne kadar iyi anlattığımız konusunda emin değilim ancak bir öğretmen için öğrencisi, bir doktor için hastası ne ise bir ekonomist için de insan odur. 

 

Bu tür insanın merkezde olduğu bir ekonomi anlayışı yeni bir şey değil. Ekonominin bir disiplin olarak temellerin atıldığı ilk zamanlardan beri var. Adam Smith’in, 1759 yılında yayınlanan “The Theory of Moral Sentiments” adlı kitabında da bu anlayışı görüyoruz. Ayni kitapta Smith, insanoğlunun bencilliğinden de dem vurur. Smith, bu bencilliği bir örnekle açıklar: Parmağında küçük bir kesik meydana gelen bir Avrupalı’nın gece uyuyamadığını ancak bir milyon Çinli’nin bir depremde ölmesi durumunda çok rahat uyuyabildiği tespitini yapar. Ancak Smith buna rağmen, sadece bir ülkede yaşananların değil, tüm dünyadaki insanların bir empati çemberinin parçası olduğuna ve bu bireyselliğin eğitimle ve iletişimle aşabileceği görüşündeydi.   

 

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) açıkladığı bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin büyüme rakamları ve Türkiye ekonomi yönetimi tarafından yapılan açıklamaları okuyunca, aklımdan bu yukarıda anlattıklarım geçti. 

 

Maalesef, Türkiye’de ekonomi konusunda neyin ne amaçla yapıldığı birbirine girmiş durumda. Makroekonomik göstergelerin esas amacının geri planda kaldığı; bu göstergelerin vitrin süsü olarak kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. 

 

TUİK’in açıkladığı verilere göre, Türkiye ekonomisin bu yılın üçüncü çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre %6.7 büyüdüğünü görülüyor. Türkiye ekonomi yönetimi yaptığı açıklamada ekonomik büyümedeki yüksek artışı; “güçlü ekonomik performansın” bir sonucu olarak yorumluyordu.

 

Yazımın başında da anlatmaya çalıştığım gibi ekonomik büyümenin amacı hane halkının yaşam standardını artırmaktır. Geçtiğimiz haftalarda açıklanan istihdam ile ilgili veriler, sürekli ‘güçlü performans gösteren’ ekonomiye rağmen, bu amaca hizmet etmekten uzak olduğunu gösteriyor. 

 

Birkaç hafta önce açıklanan işsizlik rakamları, son iki yılda işsizlikte muazzam bir artış yaşandığına işaret ediyor. Son iki yılda, işsizlikte neredeyse iki milyon artış olmuş. İstihdam yaratmayan, ülkedeki işsizlik sorununa çare olmayan, ‘güçlü ekonomik performansın’ hâliyle vatandaşa bir yararı yok. 

 

Peki, bu durum neden böyle? Bence, açıklanan büyüme rakamlarını üç şeklide yorumlamak mümkün. 

 

Birinci senaryo; açıklanan rakamlar, ekonomide yaşananları yansıtmıyor. Büyüme rakamları, açıklanmadan önce Türkiye ekonomi yönetimin retoriğine uygun olarak revize edildi.

 

İkinci senaryo; açıklanan rakamlar doğrudur ancak ekonomik büyümeyi ölçmek için kullanılan metotlar, zorlu günler geçiren ekonomide olan biteni ölçmekte yetersiz kalıyor.

 

Her iki ihtimal de rakamlara ve TÜİK’e olan güvensizliğe işaret ediyor. Büyüme rakamları açıklandıktan sonra sosyal medyada verilen tepkiler dikkate alındığında, rakamlara güvenmeyenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu görmek mümkün. Tabii, bu güvensizlik sadece büyüme rakamları için değil, açıklanan tüm istatistikler için de geçerli. 

 

Terazinin ayarını bozmanın ekonomik bedeli ağırdır. Açıklanan ekonomik istatistiklere olan güvensizlik, büyük yaşanmakta olan dolarizasyonun önemli bir nedeni. Bankacılık sistemi içerisinde, döviz mevduatlarının toplam mevduatlar içindeki payı %55 ile tarihinin en yüksek seviyesinde.

 

Şimdi de üçüncü senaryoya dönelim. Belki, yaz aylarında yaşanan aşırı kredi genişlemesinin bir sonucu olarak ekonomik aktivitede de bir miktar artış oldu. Bu ihtimal de bir soruyu beraberinde getiriyor: İşsizlikte yaşanan artış dikkate alındığında, bu üretim artışı nasıl gerçekleşti? 

 

Sanırım bu sorunun yanıtı, yatırım harcamalarında yaşanan şaşırtıcı şekilde yüksek artışta gizli. Açıklanan rakamların doğru olduğu varsayımıyla, yılın üçüncü çeyreğinde yatırım harcamalarında, yıllık bazda yaklaşık %23’lük bir artış olduğunu görüyoruz (zincirlenmiş hacim endeksine göre). Bu artış, 2011 yılından bu yana, yatırım harcamalarında yaşanan en yüksek artış. Benzer bir şeklide, makine ve teçhizat yatırımlarında da %24’lük bir artış var.

 

Ekonomik ve siyasi risklerin çok yüksek olduğu bir ortamda, yatırmalarda yaşanan bu artışın bende yaratığı şaşkınlık, ‘meşhur eniştenin’ yarattığı şaşkınlıktan çok farklı değil. 

 

Bu artışın bir açıklaması da şu olabilir: Yaşanmakta olan kriz nedeniyle firmalar, maliyetlerinde tasarruf etmeye çalışıyorlar. Bu tasarrufun bir sonucu olarak da firmalar, işçi çıkarma yoluna gittiler. İşsizlik artarken; firmalar, üretimi de mümkün olduğunca devam ettirebilmek için üretimde otomasyona geçiyorlar. Başka bir deyişle emeğin, makine ile ikame edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz. Bu nedenle de işsizlik hızla artarken üretim de artıyor. 

 

Kısacası üçüncü seçenek, ekonomik büyüme rakamları ülkede ‘İstihdam Yaratmayan Büyüme’ (Jobless Recovery) yaşandığına işaret ediyor. Bu da aslında, iddia edildiği gibi ‘güçlü ekonomik performansın’ değil, yaşanmakta olan krizin devam edeceğinin göstergesidir.

 

Firmalar, krizin devam edeceğini düşünüyor olacaklar ki finansman sıkıntısı çektikleri bir dönemde, bu yatırımı yapma gereği duydular. Takdir edersiniz ki bu tür bir beklenti, işsizlik açısından iyi bir haber değil. 

 

En iyi senaryo olan üçüncü senaryoyu doğru kabul edip bu yılın ikinci çeyreğinde, ekonomide büyüme yaşandığını varsaydığımız durumda dahi, bu ekonomik büyüme esas amaca hizmet etmeyen bir büyümedir. Artan işsizlik sadece ekonomideki durumu daha da kötüleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda sosyal sorunlara neden olabileceği çok iyi biliniyor. İşsizliğin artığı dönemlerde, suç oranlarında ciddi artışlar yaşanır. Konu ile ilgili yapılan araştırmalarda, işsizliğin çocukların refahı üzerinde yarattığı olumsuz etki, not edilen diğer önemli bir olumsuzluktur. 

 

Ekonomilerini iyi idare eden ülkelere baktığımız zaman; bu ülkelerde, ekonomi yönetimlerinin, halkla iletişim konusunda büyük çaba sarf ettiğini görüyoruz. Bu ülkeler, ekonomide yaşanan gelişmeleri (iyi veya kötü), açık ve şeffaf bir şekilde halka anlatmaya çalışırlar. Bu anlayış, geçmişte yaşanan kötü tecrübelerden çıkarılan doğru derslerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir anlayıştır. Özellikle son iki yılda yaşananlar, Türkiye ekonomi yönetimde, doğru iletişimin önemini tekrar keşfetmesi gerekiyor. Tabii bu gerçekleşene kadar oluşacak fatura, yine vatandaşa kalacak.