Sunday 29 March 2020

Krizin Finansmanı Nasıl Sağlanabilir?

Korona virüsün hızlı yayılımı ve bu durumun sağlık sistemleri üzerinde yaratığı baskı, birçok ülkeyi sosyal izolasyon önlemleri de almaya zorluyor. Süreçte gerekli olduğu anlaşılan bu önlemler, haliyle dünya ekonomilerini de olumsuz etkilemekte. 16 Mart 2020 tarihlerinde yayınladığım yazımda bu etkileri tartışmıştım. Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamaya geçmeden önce, bu etkileri burada da kısaca özetlemenin fayda sağlayacağını düşünüyorum. 

Önümüzdeki süreçte; sosyal izolasyon önemleri nedeniyle azalan işgücüyle beraber, üretimde de ciddi düşüşler yaşanacak. Ev hapsi önlemleri haliyle talepte de düşüşe neden olacak. Bu iki etkeni virüse karşı alınan önlemlerin, ekonomi üzerindeki direkt etkileri olarak düşünebiliriz.

Önemlerin bir de dolaylı etkileri var tabi.  Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler, direkt etkilerin de bir sonucu olarak, nakit sorunu yaşayacaklar ve bu nedenle de pek çok işletmede işten çıkarmalar başlayacak. Birtakım yasal önemlerle bu işten çıkarmaları büyük ölçekte önlemek mümkün elbette. Ancak bu krizin, şirket bilançoları üzerinde büyük bir tahribata yol açtığı da aşikâr. Bu nedenle, bu işten çıkarmaları kanun yoluyla önlemeye çalışmak, sorunu sadece ötelemek anlamına geliyor.

Ayrıca yazımda; krizin nedeni ortadan kalkmadığı sürece; krize karşı oluşturulacak ekonomik destek paketlerinin, krizin direkt etkilerini de ortadan kaldırmadığını ve  yapılacak yardımların, ancak dolaylı etkileri minimize etmeyi hedeflemesi gerektiğini belirtiştim. Konu KKTC hükümetleriyle ilgili olunca, “Din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin, bu ailelere de destek olmak devlet olmanın asli yükümlülüğüdür,” notunu da ekleme gereği duymuştum.

Geçtiğimiz Çarşamba günü, KKTC hükümeti aldığı bu önlemleri açıkladı. Ancak açıklanan önemlerin; sorunlara çare olmaktan uzak olduğu, hali hazırda birçok kesim tarafından dile getirildi zaten. Yine de özellikle önemli gördüğüm beş eksikliği burada sıralamakta yarar görüyorum: 

     1. Faaliyetleri durdurulan özel işletmelerin çalışanlarına yapılacak olan 1,500 TL’lik destek oldukça az. 

     2. Zaten az olan bu 1500 TL’lik yardımdan sadece KKTC ve TC vatandaşlarının yararlanabilecek olması da konu ile ilgili kaygılanmakta haklı olduğumu kanıtlar nitelikte. 

     3. Olağanüstü koşullar yaşadığımız bu dönemde kritik rol oynayan belediyelerde yapılacağı açıklanan %25 kesintinin, yarardan çok zarar getireceği aşikar.

     4. Açıklanan tedbirler sadece üç aylık bir dönemi kapsamakta. Sonrasında ne olacağı konusunda herhangi bir ipucu yok.

     5. Paket; bu dönemde hayati önem taşıyan sağlık hizmetleri konusunda ise herhangi bir öngörü içermiyor.


Başbakan Ersin Tatar’ın bu yetersizliklerle ilgili özrü; eldeki kaynakların sadece bu kadarına yettiği yönündedir. 

Peki, gerçekten de öyle mi? Bu zor günleri mümkün olduğunca az hasarla atmak için yeni kaynak yaratmak imkansız mı?

Gelin ekonomi teorisine dönelim ve bu yukarıda sıraladığım soruları cevaplamaya çalışalım. Ekonomide böyle olağanüstü dönemlerde kullanabilecek iki politika aracının ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan birincisi; kamu borçlanması, ikincisi ise; merkez bankasının para basması. 

Kamu borçlanması; Kuzey Kıbrıs’ın tabu konulardan biri. Her şart ve koşulda borçlanmanın kötü olduğuna dair bir inanış var. KKTC hükümetinin bu politika aracını tercih etmemesinde bu inanışın etkili olduğunu düşünüyorum. Daha önce, bu inanışın devleti nasıl etkisiz hale getirdiğini de, bu linkten ulaşabileceğiniz yazımda ayrıntılı şeklide anlatmıştım. 

Şüphesiz kamu borçlanması; bedava para demek değil. Bunun geri ödenmesi lazım. Eğer bu geri ödemeyi devlet kendi kasasından yapacaksa; özel sektörün bu sorununu devletin üstlenmesi anlamına gelir ki, bu da arzu edilen bir durum değildir. 

Ancak, yapılacak düzenlemelerle bu dezavantajı bertaraf etmek de mümkün. Bu borçlanma ile amaç; özel sektöre destek sağlamak olduğundan, bu borcu da, kriz sonra erdikten sonra, vergi sisteminde yapılacak etkin ve adil bir düzenleme ile özel sektörün ödemesi sağlanabilir.    

Açıklanan ekonomik tedbirlerle ilgili yapılan önemli ve haklı bir diğer eleştiri de; bütün yükü kamu emekçisinin üstendiği yönündedir. Bu yukarıda anlattığım yolla özel sektörün de, bu eleştiriye de bir cevap olarak, çözüme katkıda bulunması sağlanmış olur. Bu da, sosyal adaletin gerçekleşmesi  için bir önemli bir adım olur. 

Bu borçlanma sayesinde; krizin yarattığı maliyetin yıllara dağıtılması da sağlanabilir. Böylelikle; ekonomik faturayı çok kısa zamanda ödeme zorunluğunun da önüne geçilir. 

Son olarak; bu ekonomik koşullarda borçlanmanın bir de önemli avantajı olduğunu burada belirtmeliyim. Ekonomik aktivitenin neredeyse durması nedeniyle, kredi talebinde düşüşler olması kaçınılmaz görünüyor. Kamu borçlanması kredi talebinin de artması anlamına geliyor, ki bu sayede mevduatın atıl durmasının da önüne geçilebilir. 

Özetlemek gerekirse; kamu borçlanmasıyla yaratılacak bir kaynakla, özel sektör çalışanlarına daha büyük bir destek sağlanabilir. Kriz sonrasında da, özel sektör bu borçlanmayı, vergi sisteminde yapılacak adil bir düzenlemeyle ödeyebilir. Bir anlamda, devlet özel sektör için ve onun adına borçlanabilir.  

Ancak, risklerin çok yüksek olduğu bu dönemde, bu yolla ne kadar kaynak yaratılabileceğini de kestirmek zor. Bankalar likit pozisyonda kalmayı tercih edebilir. Bu ihtimal de ikinci politika seçeneğinin önemini daha da artırıyor. 

İkinci politika aracı olan para basma politikasına dönersek; para basma normal koşullarda ekonomistlerin tabu konularından birisidir.  Bunun en önemli nedeni, para basmanın enflasyona neden olması. Para basma; daha çok paranın, aynı miktarda mal ve hizmeti satın almaya çalışması anlamına gelir. Bu da fiyatların ve de dolayısıyla enflasyonun artmasına neden olur.

Ancak normal bir dönemde değiliz, maalesef. Bu nedenle de bu politikanın enflasyon yaratma riski oldukça düşük. Eğer böyle bir risk varsa da, alternatifler dikkate alındığında, bu alınmaya değer bir risk olarak görülmeli. Bu nedenle de, birçok ekonomist (ben de dahil); bu dönemde bu politika aracının etkin bir şeklide kullanılması gerektiğini söylüyor.

Bu linkteki yazımda  da belirttiğim gibi; merkez bankaları, böyle sıkıntılı günlerde, “Nihai kredi mercii” (lender of last resort) görevini üstlenirler. Ekonominin emniyet supabı olarak nitelendirilebilecek bu mekanizma sayesinde; merkez bankaları kendi devletlerine geçici kredi sağlarlar.

Şüphesiz, KKTC’nin Türk Lirası’nda yetkisi yok. Yetki, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nda. Bu dönemde, bu desteği KKTC hükümetine sağalmanın, TCMB’nin etik olarak sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu dönemde, KKTC için para basmanın, Türkiye Cumhuriyeti devleti için, basılan paralar için kullanılan kâğıt ve mürekkebin dışında, bir maliyeti yok. 

Bu nedenlerle dolayı da, Mustafa Akıncı’nın Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp, yardım istemesi yerinde bir karar. Mektupta ne yazıldı bilmiyorum ama, istenmesi gereken; KKTC için “Nihai kredi mercii” sorumluluğunu, TCMB’nin, bu olağanüstü dönemde, yerine getirmesidir. 

İşgücü ve alım gücünü ne kadar kriz öncesi seviyelerinde tutabilirsek, ekonominin toparlanması da o kadar hızlı olacaktır. Kaynak yaratılamaması durumu ise; bütün alacak ve vereceklerin krizin bitimine kadar dondurulması gibi daha radikal sayılabilecek seçeneklerin gündeme gelmesine neden olacaktır.   

Maalesef, Kuzey Kıbrıs bu büyük krize çok kötü bir dönemde yakalandı. Aslında 2018 yılında yaşanan döviz krizi bu sorunların su üstüne çıkmasını sağlamıştı. Ancak bu sorunları halı altına süpürmeyi tercih ettik. Şimdi de, bu yapısal sorunlarla birlikte, çok daha büyük bir krizle karşı karşıyayız ve baş etmekle haliyle zorlanıyoruz. Ancak, tüm  bunlara rağmen, yine de, “kaynak yoktur” anlayışını kabul etmek mümkün değildir.  Her zaman kaynak vardır; sadece hükümet yetkilerinin içinde bulundukları durumda birtakım seçimler yapması gerekir. Umarım, bu seçimleri biran önce yaparlar ve yine umarım ki, doğru seçimler yaparlar.  

No comments:

Post a Comment