Sunday, 15 November 2020

Türk Lirasındaki Düşüş Kalıcı Olur mu?

Bir zamanlar, İstanbul’da, Mahmut Efendi diye biri yaşarmış. Bir gün, bir komşusu, Mahmut Efendi’yi sokakta çıplak dolaşırken görmüş. Komşu, biraz şaşkınlık ve biraz da kızgınlık içerisinde, Mahmut Efendi’ye, “Neden çıplak dolaşıyorsun?” diye çıkışmış. Mahmut Efendi de; “Soyunmuş bulundum bir kere!” diye cevap vermiş. 

 

Zaman zaman, Dolar/TL paritesinin dili olsaydı, “Neden yükseliyorsun?” sorusuna karşılık, herhalde Mahmut Efendi’nin cevabına benzer bir cevap verir diye düşünürüm: “Yükselmeye başlamış bulundum bir kere.”

 

Dolar/TL paritesi 2013 yılından beri dalgalı ama sürekli artan bir seyir izliyor. Berat Albayrak’ın istifası ise bu trendin değişebileceğine dair beklentileri artırdı. En azından, Türkiye hükümeti, son yıllarda yaşanan ekonomik fiyaskonun bütün sorumluğunu Albayrak’ın sırtına yükleyip, istifası sonrası ekonomik beklentileri olumlu yönde değiştirmeye çalışıyor. Bu algı operasyonu da şimdilik başarılı olmuşa benziyor. Bu başarının bir sonucu olarak da, TL son günlerde değer kazanmaya devam ediyor. 

 

Yaratılan bu olumlu hava beraberinde önemli bir soruyu da getiriyor: TL’nin değer kazanması devam etmesi ya da en azından istikrar kazanması mümkün mu? Her iki ihtimale de, olumlu yanıt vermek oldukça zor. Ama şunu söyleyebiliriz ki; Türkiye ekonomisinde şu anda yaşanmakta olan ekonomik sıkıntılar bireylerin ötesindedir. 

 

Türkiye’de tercih edilen ekonomik büyüme modelinin ve siyasi rejimin de bir sonucu olarak, ekonomi kendini 2018 yılında kötü bir dengede bulmuştu. Ekonomiyi bu kötü dengeden kurtarmak için politika seçenekleri vardı. Ancak bu seçeneklerin hepsi kötüydü ve bu seçenekler, bugün daha da kötüleşmiş durumda. Bu nedenle de, bu aşamada, sadece isimlerin değişmesiyle sorunların da azalacağını beklemek aşırı iyimser bir yaklaşımdan öteye gidemez. 

 

Son yıllarda Türkiye ekonomisinde ortaya çıkan bu enkazda, Berat Albayrak’ın da katkısı var elbette. Görev yaptığı dönemde, ekonomide durum kötüydü. Ancak Albayrak, bu kötü durumu kabul edip, kalıcı çözüm bulmak yerine, sürekli olarak, tabir yerindeyse, domuza ruj sürme gayreti içerisindeydi. Bu da, tabi, ekonomik yönetimin kredibilite ve güvenliliğini yitirmesine neden oldu. Kuşkusuz, bu güven ve kredibilite kayıplarının, Türk lirasının değer kaybında da önemli rolü var.  

 

Dolar/TL paritesindeki gelişmeleri değerlendirirken, analize paritede keskin yükselişlerin yaşandığı 2018 yılından başlamanın daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim. Bu keskin yükselişlerin arkasındaki temel ekonomik sebep, bugün artık Mısır’daki Sağır Sultan’ın bile duyduğu, özel sektörün yüksek dış borcuydu. Artan borç ödemeleriyle beraber artan döviz ihtiyacı, Dolar/TL paritesinde de artışlara neden oluyordu. O dönemde, özel sektör temsilcileri, Türk Ticaret Kanunu’na göre birçok şirketin batık durumunda olduğunu açıklıyordu. Bu önemliydi. Çünkü bu durum, ekonominin temellerinin Türkiye hükümetinin iddia ettiği kadar sağlam olmadığı gerçeğini de ortaya koyuyordu. Bütün bunlara, bir de bozulan ekonomik beklentiler ve yatırımcılara ne yaptığını bilmeyen izlenimini veren Türkiye ekonomi yönetim de eklenince, TL istikrarlı bir şekilde değer kaybediyordu.   

 

Türkiye ekonomi yönetimi, başlangıçta kredi muslukları sonuna kadar açarak bu soruna çare bulmaya çalıştı. Yabancı basına röportaj veren bankacılar, “Kredi istemeyene de zorla kredi veriyoruz,” bile diyordu. Bu politikayı, çalışmayan bir arabayı yokuş aşağıya sürerek çalıştırmaya çabalamaya benzetilebiliriz. Muazzam kredi artışına rağmen, bozuk araba bir türlü çalıştırılamadı ve aşırı kredi genişlemesi deneyi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu politika ile istenilen sonuca ulaşılamaması sürpriz değildi elbette. Sonuçta, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmak, beyhude bir çabaydı. 

 

Ülke kaynaklarını cevizcinin çuvalı olarak gören bir anlayışıyla üretilen bu çözümlerin ekonomik maliyeti devletin bütçesi için ağırdı. Ve özel sektörün bilançosunda bozulmayla ortaya çıkan sıkıntılar, son dönemde, devletin bütçesine de sirayet etmiş durumda. Son günlerde yayınlanan analizlerdeyse; artık, ekonomik sorunların başlangıcı olan özel sektörün borcu geri planda kalırken, devletin borç sorunu ön plana çıkıyor. 

 

Hem ülke ekonomisinde var olan yapısal sorunların hem de yönetim hatalarının bir sonucu olarak artan riskler nedeniyle Türkiye, son dönemde, Türk lirası cinsinden borçlanmakta zorlanıyor ve de döviz olarak borçlanmak durumda kalıyor. Bu da, şüphesiz, ülkenin dış borcunun artmasına neden oluyor. Borç geri ödemeleri de, halihazırda yüksek olan döviz ihtiyacını daha da arttıran bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.

 

Türkiye hükümetinin ekonomik sorunlar için tercih ettiği bu politika işe yaramadı ancak finansal piyasalar ve bazı ekonomi yorumcularının önerdiği, faiz artırma politikasının da sorunlarına çare olmasını beklemek yine iyimser bir yaklaşımdan öte bir şey değil. 

 

Finansal piyasaların, yüksek faiz istemesini anlamak mümkün. Sonuçta, mali piyasalar için faiz önemli bir gelir kaynağı. Ülkedeki yüksek risk düzeyi dikkate alındığında, yüksek getiri talep etmeleri de anlaşılır bir durum. Ekonomi yorumcularının, faiz artırımını çare olarak görmesinin nedeni de, herhalde, ekonomide yaşanmakta olanları borç krizinden ziyade döviz krizi olarak görmeleridir diye düşünüyorum. 

 

Şüphesiz, yüksek faiz, yurtdışından bir miktar para girişi sağlayacak. Bu sayede, döviz piyasalarında da bir sakinleşme olması bekleniyor. Ancak, kabul etmeliyiz ki yüksek faiz, şu anda reel ekonomin ihtiyacı olan en son şey. Dünyada birçok (ve hatta tamamı) merkez bankası, Covid-19’un yaratığı olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçlar ile baş edebilmek için faizleri düşürüyor. Dolayısıyla faiz artırımı, bu şartlarda borç ödeyen ve Covid-19’un yaratığı olumsuz sonuçlarla baş etmeye çalışan özel sektörün işini daha da zorlaştıracak bir etken olacak. Bu etkiyi not ettikten sonra, sanırım, faiz artışına gidilmediği durumun, gidildiği durumdan daha iyi olmadığını da not etmem gerekiyor. Bu durumda da, Dolar/TL paritesinde, özellikle son günlerde oluşturulan beklenti dikkate alındığında, keskin bir yükseliş yaşanacak.  

 

Türkiye ekonomi yönetimi, ne yönden bakılırsa bakılsın çözülmesi çok güç bir durumla karşı karşıya. Ekonomi yönetiminin manevra kabiliyeti kısıtlanırken seçenekleri de giderek azalmakta.  19 Kasım tarihinde faiz kararını açıklaması beklenen Merkez Bankası’nın, denize düşen yılana sarılır misali, bu açıklamayla yüksek miktarda faiz artışına gitmesi bekleniyor. 

 

Faiz artışının özel sektör üzerinde yaratacağı olumsuz etki dikkate alındığında, bu yeni politikanın da ömrünün uzun ve başarılı olmasını çok olası görmüyorum. Bir süre sonra, faizlerin indirime gidilmesiyse çok yüksek bir olasılık. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından da, faizlerin bu tür bir seyir izleyeceğini anlamak mümkün.  Faizlerde indirime gidilmesinin de, şüphesiz, büyük risk alarak sırf yüksek getiri için, Türkiye’ye gelecek yabancı yatırımcıları bir kez daha kızdıracağını tahmin etmek zor değil. 

 

Bütün bu olup biten içerisinde en etkileyici olan ise, Türkiye hükümetinin hem Albrayrak’ın istifasını hem de faiz artışını iyi şeylermiş gibi sunabilme başarısı. Albayrak’ın istifası, aslında, yangının binanın tamamına ulaştığının göstergesidir. Ankara kulislerini iyi bilenlerin Albayrak’ın istifa süreciyle ilgili anlattıkları, ekonomik krizin yanına bir de siyasi kriz eklendiğine işaret ediyor.  

 

Bana sorarsanız, bu kaostan çıkabilmek için siyasi otoritenin yapabileceği en iyi (ve belki de tekşey 2015 yılında Rusya’da yaşanan ekonomik krizde, Putin’in yaptığı gibi, bir süre ekonomi yönetimini tamamen uzmanlardan oluşan bir kurula devretmek olacaktır. Ancak, şu anda, böyle bir ihtimal Türkiye için pek olası görünmüyor. Abdulkadir Selvi, geçtiğimiz günlerde, Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısında; “…Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni dönemde ekonomik kararların daha çok içinde olacak. Daha doğrusu geminin dümeninde Erdoğan olacak…” diyordu.

 

Son sınıf makroekonomi dersinde okuttuğum, David Romer “Advanced Macroeconomics” kitabında, borç krizlerinin beklenmedik bir zamanda gerçekleştiğini yazar.  Romer, bu sonuca basit ama bir o kadar da etkileyici teorik bir analizle ulaşır. Bir ülkenin borcunu ne zaman ödeyemeyecek duruma geleceği, borç miktarından çok, ülkenin yeni borçlanma yapabilmesine bağlıdır. Yabancı yatırımcıların, ne kadar süre daha Türkiye’ye borç vermeye devam edeceğini kestirmek zor. Türkiye, bugüne kadar borcunu hep ödedi. Türkiye’nin hala borç bulabilmesinde bu gerçeğin de katkısı var elbette. Ancak, son 18 yılın birçok ilkin de yaşandığı bir dönem olduğu unutulmamalı. 

 

Türkiye’nin döviz finansman ihtiyacının her geçen gün arttığı ve borç verenlerin çıkarları ile ekonominin ihtiyaçlarının keskin bir şekilde ters düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bunlarla birlikte, ülkede döviz rezervlerinin olmadığı gerçeği de dikkate alındığında, Türk lirasının yakın zamanda istikrara kavuşacağı beklentisi, aşırı iyimser bir yaklaşımdan ibarettir.        

4 comments:

  1. Elinize sağlık hocam. Harika bir yazı olmuş. Ülke ekonomisinin gündemi 1 haftadır faiz olmuş durumda ancak maalesef hiçbir yerde (gazeteler, tvler vb.) artış olmasının veya olmamasının olası sonuçları hakkında konuşulmuyor.

    ReplyDelete
  2. Hocam bırakın ekonomiyi uzmanların yönetmesini, HaberTürk gibi kanallara finansal astrologlar çıkarıp milletin aklıyla alay ediyorlar. Maalesef batan geminin yolcusu olmaya kabullendirildik, hikayeleri daha çok seviyoruz. Yerinde bir yazı olmuş gercekten. ��

    ReplyDelete
    Replies
    1. Cok tesekkurler yorumlariniz icin. Anlattiklariniz uzucu.

      Delete