Friday 21 July 2023

Yeşil Gecenin Ötesi

Geçen yaz Bandabulya'daki sahafa gittim. Rıdvan'a Reşat Nuri'ye olan hayranlığımı anlatınca, Fethi Naci'nin 'Reşat Nuri'nin Romancılığı' kitabını tavsiye etti. İlk olarak, kitabın içindekiler kısmında Yeşil Gece ile ilgili bir bölüm olup olmadığını kontrol ettim. Yeşil Gece, Reşat Nuri'nin en sevdiğim romanıdır, kısa da olsa bir bölüm olduğunu görünce sevindim.

 

Nazım Hikmet'in Yeşil Gece'nin hayranı olduğunu Naci'nin kitabında öğrendim. Nazım, kitaptan çok etkilendiğini belirten bir notla, kitabın bir kopyasını Memet Fuat'a göndermiş. Daha sonraki yıllarda, kitap Rusça'ya çevrilmiş; önsözünü de Nazım yazmış. Nazım, 1960'lı yıllarda, Yeşil Gece'yi güncelliğini koruyan bir kitap olarak tarif ediyordu. Yıl 2023, yayımlandığından tarihten günümüze bir asır geçmiş...

 

Yeşil Gece, 1928 yılında yayımlandı. Roman, 1908'de başlar ve Cumhuriyet'in kurulmasıyla sona erer. Romanın kahramanı, İzmir yakınlarında bulunan Sarıova kasabasının Emin Dede İlkokulu Başöğretmeni olan Şahin Efendidir. Şahin, “memleketinde açık güneş altında toprakla, çamurla oynayarak büyümeğe başlamış bir köylü çocuğu”dur ve “sağlam bir vücudu, sağlam bir kafası vardır”. 

 

Şahin'in babası, "ittihad-ı İslam (İslam Birliği)" hayalinin bir gün gerçekleşeceğine inananlardandır. Şahin'i kendisine "hayrül halef (hayırlı evlat)" olarak yetiştirmek ister ve bu nedenle onu, "ittihad-ı İslam" hayalini bir gün gerçekleştirecek olan Yeşil Ordu'nun bir neferi olabilmesi için medreseye gönderir. 

 

Şahin, ‘Yeşil Bayrak gelecek, dertler bitecek’ düşüncesiyle medreseye girer, ancak aradığını bulamaz. Medresede yaşananları görünce, buradakiler "baştanbaşa cahil, korkak, menfaat-perest ve müfsit" der ve hayal kırıklığıyla medreseden ayrılır. Öğretmen okuluna kaydolur. 

 

Şahin, öğretmen okulunu bitirdikten sonra tayini İstanbul'a çıkar. İstanbul'da kalmak istemez ve Anadolu'ya gitmek ister. Tayini değiştirmek üzere "Maarif Nezareti Tedrisat-ı İbtidaiye” (Eğitim Bakanlığı İlköğretim) Birinci Şube müdürü Basri Bey ile görüşmeye gider. Başlangıçta Basri Bey bu isteğe şaşırır, ancak sonra kabul eder. 

 

Şahin Efendi'nin yeni tayini, "on iki haneye bir cami ve mescit" düşen Sarıova'ya çıkar. Şahin Efendi, Sarıova’ya varınca, “bizim muharebe meydanı göründü” der.  

 

Şahin Efendi, Sarıova'ya vardıktan kısa bir süre sonra kasabanın önemli ama bir o kadar da gerici ve çıkarcı kişileriyle tanışır. Bu kişiler; Hafız Eyüp, Müderris Zühtü Efendi ve İttihat ve Terakki'nin Katib-ı Mesulü Cabir Bey’dir.

 

Şahin Efendi, kasabanın ileri gelenleriyle tanıştıktan sonra, kendi kendine, “Ben, Sarıova’da softalığı bilfiil iş başına gelmiş görüyorum.” der. 

 

Romanın geriye kalan kısmında, idealist bir öğretmenin Hafız Eyüp liderliğindeki gerici güçlerle mücadelesini ve yaşadığı sıkıntılıları anlatır. 

 

Sarıova, oldukça geri kalmış bir Anadolu kasabasıdır. Başöğretmen Şahin Efendi, kendi düşüncesine göre köyde bazı yenilikler gerçekleştirmeye çalışır. Yeni bir okul binası inşa ettirmeye başlar. Birçok entrikalarla karşılaşır, ancak arkadaşlarının ve dürüst insanların yardımıyla okul binasını inşa ettirmeyi başarır. Ayrıca, okuldaki birçok öğrencinin sarıklarını çıkarmasını sağlar.

 

Romanın en etkileyici kısmı, son kısımdır. Birinci Dünya Savaşı başlar ve Şahin Efendi, Sarıova'dan ayrılmak zorunda kalır. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıyla Sarıova'ya geri dönebilir.

 

Sarıova'ya döndüğünde, Atatürk devrimleri baş döndürücü bir hızla devam etmektedir. Şahin Efendi, kasabanın çehresinin değiştiğini fark eder. Ancak yapmaya çalıştığı yeniliklere bin bir türlü entrikayla engelleyen gerici güçlerinin birtakım kozmetik değişikliklerle, bir asker gözetiminde, kasabayı idare etmeye devam ettiğini görür. Hafız Eyüp, sinek kaydı tıraş olmuş, hem sakallarından hem de "gericilikten" arınmıştır.

 

Bu duruma Şahin Efendi nasıl mı tepki verdi? Bana da bir görev verirler ümidiyle Hafiz Eyüp’e ‘Gel bir hatıra fotoğrafı çektirelim’ demedi tabi ki! 

 

“Zafer ve İnkılabın doğduğu yer” olan Ankara’nın temsilcisine durumu anlatmaya çalışır ama nafile. Garip bir şekilde, “zafer ve İnkılabın doğduğu yer” olan Ankara dinlemez. Hafız Eyüp’ün bir el işaretiyle, Şahin Efendi, gericilik ve vatan hainliğiyle suçlanarak kasabadan kovulur.

 

Kasabadan ayrılırken, Şahin Efendi “Çok doğru söylemişler…İnkılap denilen şey bir günde olmuyor” der. 


Başöğretmen Şahin Efendi ülküsünden vazgeçecek değildir; derdini anlatmak üzere, Ankara’nın yolunu tutar.

 

***  

 

1954 yılında Varlık dergisi Reşat Nuri ile bir röportaj gerçekleştirir. Kitap üzerine sorulan bir soruya verdiği cevaptan, Nuri’nin gerçekleşen devrimlerin niteliğiyle ilgili hala karamsar olduğunu anlıyoruz. Soru şöyledir:

 

“Yeşil Gece’de idealist bir öğretmenin geri kuvvetlerle mücadelesini ve çektiği ıstırapları anlatıyorsunuz. Bugün için memleketimizde böyle bir tehlikenin tamamen zail (ortadan kalmak) olduğuna inanıyor musunuz?”

 

Reşat Nuri’nin cevabı:

 

 “Eski kuvvetler dediğiniz taraf eski halinde, buna karşılık benim de yeni kuvvetler diyeceğim taraf hala bir avuçtan ibaret olduğu için hayır…Devlet sıkı davranabilirse irticai denecek muayyen olaylar çıkmaz, fakat inkılap daha uzun zaman yerinde sayar, mektepler ve başka vasıtalarla gerçek aydınların sayısını çoğaltacağımız zamana kadar…”

 

 

 ***

 

Simon Kuper, Türkiye'deki son seçim sonuçlarını yorumlarken, "laik Türkiye direniyor" şeklinde bir yorumda bulundu. Bu direniş yeni bir durum değilaslında 100 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Umarım seçim sonrasında yaşanan savrulma bir an önce son bulur ve mücadele daha sağlam temeller üzerine inşa edilerek devam eder…

Monday 17 January 2022

R* yükselince…

 R*, makro ekonomistlerin denge faiz oranına (the equilibrium interest rate) verdiği addır. R*, ekonominin üretebileceği kadar ürettiği, enflasyonun da olması gerektiği kadar olduğu bir durumda, ekonomide oluşan faiz oranıdır. 

 

Yıllık %5 büyüme potansiyeline sahip bir ekonomi düşünün. Merkez bankasının belirlediği faiz oranına R diyelim. Eğer o yıl ekonomi %5 büyümüş ve gerçekleşen enflasyon da hedefle ayni ise işte böyle bir ekonomide merkez bankasının belirlediği faiz oranı R, R*’a eşit olmalıdır. R*, bir ekonominin, enflasyon yaratmadan yapabileceği maksimum üretim miktarını belirler. Bir ekonominin ne kadar üreteceğini veya büyüyebileceğini dikte ettiren faiz oranı R değil, R*’dır. 

 

Modern merkez bankalarının ekonomiyi büyütmek gibi bir görevleri yok, böyle bir güçleri de yok misyonları da. Modern merkez bankalarının misyonu, fiyat istikrarını sağlamaktır. Bu uygulamanın ardında da yeni Keynesyen düşünce var. Makroekonominin dominant modeli yeni Keynesyen modele göre enflasyonun hedefe eşit olduğu bir durumda ekonomi, eldeki malzemeyle üretebileceğinin maksimumunu üretir. Yani fiyat istikrarıyla beraber üretimde de istikrar gerçekleşir. Bu politikanın matematiksel ispati da çok basittir. 

 

Analize devam etmeden önce bir benzetmeyle buraya kadar anlattıklarımı özetlemek istiyorum. R*’ı bir pastaya konması gereken kabartma tozu miktarına benzetebiliriz. Böyle bir benzetme yaptığıma bakmayın, pasta yapma konusunda bir uzmanlığım yok. İyi yemek yaparım ama pasta yapma konusunda aynı şeyi söyleyemem. Bir ara iyi mozaik pastası yapardım. En son yaptığımda daha sağlıklı olur düşüncesiyle malzemeyi eksik kullandım, o da olmadı. Ortaya çıkan şey parlak bir fikrin trajedisinin fotoğrafıydı. Görüntüye bakıp güldüm... Ama bir işten anlamıyorsanız bir bilene sorabilirsiniz, değil mi? Sormak “günah değil ayıp ne de”. Ben de öyle yaptım. 

 

Pasta yapmayı bilen birine, “Bir pastaya koymanız gerekenden daha fazla kabartma tozu koyarsanız sonuç ne olur?” diye sordum. Aldığım cevap şuydu: Pasta kabarmaz ve acı olur. Bir merkez bankasının R’ı, R*’ın çok altında belirlemesi de pastaya olması gerekenin üzerinde kabartma tozu koyarak pastayı büyütmeye çalışan pasta ustasından çok da farklı değil. Türkiye Merkez Bankasının yarattığı acılığı hissediyorsunuz, değil mi? 

 

R* anlaşılması zor bir kavram değil. Hatta 1990’ların Türkiye’sinde, R*-can olarak gazetelerin ön sayfalarında yerini alır, en az Boji kadar meşhur olurdu! Kim bilir, belki şairler, Turgut Uyar’dan esinlenerek “Yine kötü bir kış geçirdik sanıyorum, R* yükseldi örneğin…’ diye başlayan şiirler yazardı. 

 

Zor olan, R*’ın direkt olarak gözlenemiyor oluşu nedeniyle değerini tahmin etmektir. Son yıllarda, dünyanın önde gelen merkez bankaları R* tahmin etmek için yoğun çaba harcıyorlar. R*’ın değerinin doğru bir şekilde tahmin edilebilmesi merkez bankacıların işini çok kolaylaştıracak. 

 

İngiltere Merkez Bankası 2018 Ağustos’unda yayımladığı enflasyon raporunda R*’a geniş yer vermişti. Dönemin Merkez Bankası başkanı Mark Carney, raporla ilgili düzenlenen basın toplantında R* tahmin edebilmek için Bankanın yaptığı çalışmaları anlatmıştı. New York FED, Amerikan ekonomisi için yaptığı tahminleri düzenli olarak paylaşıyor. Bu tahminlere aşağıdaki linkten ulaşılabilir: 

 

https://www.newyorkfed.org/research/policy/rstar

 

Merkez bankalarının R*’ı direkt olarak belirleme ya da etkileme kabiliyeti yok. Merkez bankaları R*daki gelişmelere tepki verebilir sadece. R*, ekonomideki gelişmelere göre ekonominin temel faktörleri tarafından belirlenir. Bu faktörlerin ne olduğunu anlamak için R*’ı tasarrufların fiyatı olarak düşünebiliriz. Bu fiyat da tasarruflara olan arz ve talep tarafından belirlenir. Tasarrufların arz ve talebini etkileyen her faktör, R*’ı etkiler. 

 

Bir ülkedeki toplam tasarruflar yurt içi ve yurt dışı tasarruflardan oluşur. Tasarruflara olan talebin aynı kaldığı bir durumda yurt dışından ülkeye para girişi olması, ülkedeki tasarruf miktarını artıracağından R*’ın düşmesi beklenir. Yurt dışı yatırımcıların, paralarını alıp ülkeden çıktıkları durumda da ülkedeki tasarruflar azalacağından R* artar.   

 

Bu girişten sonra, öncelikle ABD’deki duruma bakalım, sonra da Türkiye’deki durumu değerlendirmeye çalışalım. Amerikan Merkez Bankasının yaptığı tahminler, ABD’de 1985 yılından bu yana R*da düşüşün yaşandığını gösteriyor. ABD’de R*, 1985 yılında %3,5 seviyesindeyken 2005 yılında keskin bir düşüşle %0,5 seviyesinde indi. 2005 yılından bu yana da bu seviyelerde. R*’daki düşüş, Amerikan Merkez Bankasını kontrolündeki R’ı düşürmeye zorluyor.

 

ABD’ın R*’ındaki düşüşü açıklayan teoriler arasında en çok kabul göreni Ben Bernanke’nin teorisidir. Ben Bernanke’e göre R* düşüşünün en önemli nedeni, nüfusun yaşlanıyor olması nedeniyle artan tasarruf miktarıdır. Tasarrufların bu denli çok olması, R*ı sıfıra yaklaştırmıştır.

 

Tasarrufların bu kadar fazla ve bunun sonucu olarak da getirinin
 bu kadar düşük olması, öğrencilerimize anlattığımız ama bir gün gerçekleşeceğini düşünmediğimiz “dinamik verimsizlik” (dynamic inefficiency) dediğimiz durumun gerçekleşmesine neden oluyor. Belki ABD’de Biden paketi olarak bilinen 1,9 trilyon dolarlık dev sosyal harcama paketini de bu çerçeveden düşünmek gerekir. Bu paketin bir amacı, devletin artan sosyal harcamalarına paralel tasarruflara olan talebin artmasıdır. Bunun ardında “Artan talep, tasarrufların getirisini de artırabilir ve bu artış da ‘dinamik verimsizlik’ sorununa çare olabilir.” düşüncesinin de olduğunu düşünüyorum. İngiltere’de de Biden planına benzer bir plan vardı. Ancak pandemi ve iktidardaki Muhafazakâr Parti içerisinde bitmek bilmeyen liderlik savaşları nedeniyle bu plan ertelenmişe benziyor. 

 

Şimdi Türkiye’ye dönelim. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de R* için yapılmış bir tahmin yok. Yine de son 20 yılın ilk yarısında R*’ın düşüş trendinde olduğu, ikinci yarısında ise yükselmeye başladığı ve özellikle 2017 yılında “başkanlık” sisteminin devreye girmesiyle yükselişin hızlandığı söylenebilir.

 

Yukarıda da belirttiğim gibi bir ülkedeki tasarruflar yurt içi ve yurt dışı tasarruflardan oluşur. Demokraside sorunlar artıkça, kurumlar bağımsızlıklarını yitirmeye başlayınca, adalete olan güven azaldıkça, adına Kâht-ı Rical denen hastalık Kovid-19’dan da hızlı yayılınca, ülkeye para girişi azalırken yurt dışına para çıkışı hızlandı. Yerli tasarruf sahiplerinin çoğunluğu tasarruflarının dövize park etmiş, bekliyorlar. Bütün bunlar da R*da artışa neden oluyor. Bu artışla tasarrufların fiyatı ve dolayısıyla yatırım pahalı hâle geliyor, Türkiye ekonomisinin enflasyon yaratmadan üretebileceği miktarı azaltıyor. Küçülen pastayla beraber fakirleşme artırıyor.  

 

Türkiye ekonomi yönetimi, R*’daki düşüşü, R’daki düşüşlerle dengelemeye çalışıyor. Ancak bu politika olması gerekenden daha fazla konan kabartma tozu etkisi yaratıyor, ekonomideki durumu daha da kötüleştiriyor. Merkez bankasının belirlediği faiz oranının R*’ın altında kalması ve aradaki farkın artması, ekonomiyi üretebildiğinden daha fazla üretmeye zorluyor. R*’daki artışa paralel, ekonominin üretebileceği miktar her geçen azalıyor. 

 

Merkez Bankası faiz düşürebilmek için para arzını artırmak durumda. Artan para miktarı, üretimi artıramayınca fiyatları ve enflasyonu artıyor. Alınan krediler üretime gidemeyince dövize yöneliyor, TL’nin değer kaybetmesine neden oluyor. TL’deki değer kaybı enflasyonu daha da azdırıyor. Artan enflasyon, kaynakların etkin dağılımını olumsuz etkileyip ekonominin üretebileceği miktarı daha da azaltıyor. 

 

Peki, Türkiye’de Merkez Bankasının belirlediği faizlerdeki düşüşün hiç mi faydası yok? Türkiye Hükûmeti için bir yararı var. Türkiye Merkez Bankasının kontrolündeki faizi (R) düşürmesi Türkiye’nin ekonomik sorunlarına çözüm olamıyor belki ama Türkiye’deki siyasi sisteme kalkan olmuş durumda. Ekonomik tartışmaların yoğunlukla R’daki düşüşe odaklanmış olması, Türkiye Merkez Bankasının olağanüstü toplanıp R’da ciddi bir artış yapılması durumunda Türkiye’nin ekonomi sorunlarının biteceği izlenimi var. 

 

Vatandaş, Merkez Bankasının faizleri düşürmek yerine artırmasının fakirleşmenin önüne nasıl geçeceğine anlam veremiyordur. Yapılan anketler de anlam veremediğini gösteriyor zaten! 

 

Kısaca anlatmaya çalıştığım, sorunların temelinde R’daki düşüş değil, R*’daki artış var. R*’daki artışla beraber, hâlihazırda yeterli olmayan ekonomik pasta daha da küçülüyor. R* artmaya devam ediyor ve edecek. 10 yıllık devlet tahvillerinin faizinin %30 seviyesine dayanmış olması bunu gösteriyor. Devletin finansman ihtiyacı her geçen gün artmakta. Bu artış, tasarruflardaki talepte de artış yaratacağından bu artış nedeniyle R* artacak ve ekonomi daha da küçülecek.  

 

Ülkenin ekonomik sorunların kalıcı çözümü öncelikle R*’ın kalıcı olarak düşürülmesini gerektiriyor. Bunu sağlayacak olan da sofistike (!) ekonomi teorileri değil. Artık takip etmekte zorlandığım bu teoriler sadece kafaları karıştırıyor, bizi olması gerekenden uzaklaştırıyor. 

 

Yapılması gereken, ülkedeki siyasi ve ekonomik temellerin yeniden inşasıdır. Temellerin yeniden inşası için demokrasideki sorunların giderilmesi, kurumların bağımsızlığının tekrar tesis edilmesi, ortalama eğitim kalitesinin artırılması ve gelirin daha adil dağıtılması gerekiyor. Anayasa’ya mümkün olan en büyük puntolarla yazın! Bazı değerler, düşünce yapısının bir parçası olmadıkça Anayasa’da ne yazdığınızın hiçbir bir önemi yok. Bu gerçeği yaşayarak görüyoruz. 

 

Temel alanlarda yıpranma o kadar fazla ki bu alanlarda ilerleme sağlanmadıkça yaşanacak her ekonomik iyileşme geçici olacaktır. Kısa bir aradan sonra yine Turgut Uyar’ın terminolojisiyle “dikey mutsuzluğu”, “yatay mutsuzluktan” ayırmaya çalışmaya devam ederiz… 

Sunday 21 November 2021

Euro Krize Çare mi?

“Türk lirası yerine Euro kullanırsak Türk lirasının (TL) değer kaybından kaynaklanan enflasyondan derdinden kurtulabilir miyiz?” sorusu, TL’nin hızlı değer kaybettiği dönemlerde gündeme gelen bir soru. Bu değişimi savunanların anlattıklarından anladığım, var olan koşullarda Türk lirası yerine Euro kullanmak bedava yemek gibi bir şey. 

Yerli para birimi yerine daha istikrarlı yabancı para birimi kullanma fikri yeni değil; bu fikir farklı ülkelerde yürürlüğe kondu, konuluyor. Bu politikanın başarısız örneklerine bakıp da kestirip atmak da mümkün ama öyle yapmayacağım. Bu öneriyi önümüzdeki seçim döneminde çokça duyacağız gibi görünüyor. O yüzden, bu öneriyi Kuzey Kıbrıs üzerinden değerlendirmek istiyorum.  

Euro kullanmanın en önemli “olası” avantajı, Euro daha istikrarlı seyreden bir para birimi olduğundan satın alma gücünün daha istikrarlı hâle geleceğidir. Bu beklenti ve avantajı not ettikten sonra bunun olası dezavantajlarına odaklanmak istiyorum. 

Kuzey Kıbrıs, sürekli bütçe açığı veren bir ekonomiye sahip. Euro’ya geçmek, Euro finansmanının ihtiyacının artması demek. Ülkenin çok döviz geliri olmadığı düşünüldüğünde bu açık, nasıl finanse edilecek? Türkiye, son dönemde döviz borçlanabilmek için %6 faiz ödüyor. Kuzey Kıbrıs’ın Euro borçlanabilmek için biraz daha fazla faiz ödemek durumda kalacağını tahmin ediyorum. Faiz oranı %6 bile olsa fazla döviz geliri olmayan bir ülkenin, bu faiz oranıyla uzun süre devam edebilmesi çok olası değil. 

Mevcut yapı içerisinde Euro’ya geçişin fiyatlara istikrar getireceğinden emin değilim. Euro, fiyat istikranın ya da düşük enflasyonun garantisi değil. Euro kullanılan ülkelerde enflasyonun düşük olmasının nedeni Euro değil, bu ekonomilerinin sağlıklı bir yapıya sahip olmasıdır ve iyi yönetilmeleridir. Pekâlâ, Euro’lu bir ekonomide de yüksek enflasyon yaşanabilir. Bu konuyu detaylandırmak istiyorum. 

Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’deki fiyat hareketlerini kıyaslamak cevabını aradığımız soruya ışık tutabilir. Ancak maalesef ne Kuzey Kıbrıs’ta ne de Türkiye’de açıklanan enflasyon rakamları güvenilir. Bu nedenle, ben bu tür bir kıyası yapabilmek için Gloria Jeans’in küçük boy latte fiyatlarını kullanıyorum. Latte fiyatlarının avantajı şu: Aynı ürün ve kahve fiyatı, içerisinde birçok farklı maliyeti barındırıyor. Bu yılın haziran ayında bir latte Kıbrıs’ta 18 TL’ye satılırken Türkiye’de 13,25 TL’ye satılıyordu. Hazirandan bugüne latte fiyatları her iki ülkede de arttı. Kıbrıs’ta lattenin fiyatı %22 artışla 22 TL’ye yükseldi. Türkiye’de bunun yarısı kadar bir artış var. Türkiye’de lattenin fiyatı %11 artışla 14,75 TL oldu. Fiyatları aldığım gün, TL’nin döviz karşısında değer kaybı da yaklaşık %22’ydi. Yani Kuzey Kıbrıs’ta kur geçişkenliği Türkiye’dekinin neredeyse iki katı. Başka bir deyişle Kuzey Kıbrıs’ta TL’nin değer kaybı, latte fiyatlarına bire bir yansımış durumda. Bu sonucu, ülkedeki diğer birçok ürün için genellersem fazla itiraz geleceğini sanmıyorum.   

Bu rakamlarla anlatmaya çalıştığım şu: Kuzey Kıbrıs ekonomisi enflasyon yaratmaya meyilli bir ekonomi. Aynı döviz kuru şoku, neden Kuzey Kıbrıs’ta fiyatlara, Türkiye’ye göre çok daha fazla fiyat artışına neden oluyor? Bu, Kuzey Kıbrıs’taki politika yapıcıların odaklanması gereken önemli bir soru. Bunun nedeninin Kuzey Kıbrıs’taki piyasaların yapısındaki sorunlardan kaynaklandığı açık. Rekabet eksikliği ilk akla gelen muhtemel neden. 

Buraya kadar anlattıklarım, özel sektörün fiyatlamalarıyla ilgili. Sorun sadece özel sektörle sınırlı değil. Bütçe açıkları enflasyonu artıracak diğer önemli bir tehlike. Euro’lu ekonomide devlet bugün yaptığı gibi bütçe açıklarını finanse etmek için kontrolündeki fiyatlara zam yapmayacak mı? Bu da bütçe açıklarının artığı dönemlerde daha fazla zam demek. Kamu zamlarının ülkedeki diğer fiyatları nasıl artırdığını biliyoruz.   

Euro’lu bir Kuzey Kıbrıs ekonomisinde, enflasyonun her zamanki maliyetlerinin dışında önemli bir maliyeti daha olacak. Bu maliyeti açıklamadan önce birkaç noktayı vurgulamam gerek. Euro’ya geçiş; ülke ekonomisindeki yapısal sorunları çözmeyecek, ülkenin Euro gelirini artırmayacak, ticaret ortağını da değiştirmeyecek. Türkiye yine alışveriş yapılan tek ülke olacak ve kur yine dalgalanacak. TL, döviz karşısında değer kaybediyor ancak dalgalanarak değer kaybediyor. 2018 yılında 1 dolar 3,75 TL iken yılın sonunda 5,29 TL’ye yükseldi. Ancak yıl ortasında parite 6,90 seviyelerindeydi. Yani yılın ilk yarısında %40 değer kaybeden TL, ikinci yarısında %30 değer kazandı. Geçen yılda da benzer bir durum yaşandı. Yarın doların 8 TL’ye düşüp bir süre sonra 14 TL olmayacağının garantisi yok. Bu senaryonun gerçekleşmesi, piyasaları memnun edici bir kanun hükmünde kararnameye bakar. Bütün bunlar Euro için de geçerli. Kısaca Euro’ya geçiş durumunda da kurdaki oynaklık sürecek ve bu oynaklık, planlama ve yatırımı önünde engel teşkil etmeye devam edecek. Bu oynaklık da enflasyonun artmasına neden olacak bir risk. 

Euro’lu bir ekonomide enflasyondaki her artış, Kuzey Kıbrıs’ın yükseköğretim ve turizm alanlarında rekabet edebilirliğini kaybetme riskini artıracak. Kuzey Kıbrıs’a giden üniversite öğrencilerinin yarısından fazlası Türkiye’den, Kıbrıs’a en çok turist olarak giden ülke de yine Türkiye. Euro kullanıldığı durumda, Türkiyeli öğrenciler ve turistler için Euro’daki TL kaybının üzerinde ek bir maliyet yaratma riski var. Türkiye’den gelmesi muhtemel öğrenciler, belki Kuzey Kıbrıs’ta bir üniversite yerine, belki Türkiye’de bir üniversiteyi tercih edecek. 

Rekabet edebilirliği tekrar tesis etmek için TL’nin Euro karşısında değer kaybettiği dönemlerde hotel, ev kiraları vb. fiyatlarda indirime gidilebilir. Ancak işletmeler bu seçeneği tercih etmeyebilir çünkü maliyetleri Euro cinsinden olacak. Bu yolun tercih edildiği durum da parlak değil. Bu, TL her değer kaybettiğinde Kıbrıs Kıbrıs’ta fiyatların düşmesi anlamına geliyor ki bu da fiyat istikrarı anlamına gelmez. Fiyatlardaki düşüş, işletmeleri zora sokacağı gibi Japonya örneğinde de görüldüğü gibi birçok başka ekonomik soruna da neden olabilir. Devlet burs verip aradaki farkı kapatabilir, diyebilirsiniz. Bu seçeneğin de sürekli açık veren devlet bütçesi üzerinde baskıyı daha da artmasına neden olacağı aşikâr.     

Kurdaki dalgalanmalar üzerinden devam edelim. Kuzey Kıbrıs’a birçok ürün Türkiye’den gidiyor. TL’nin değer kazanmasıyla Türkiye’den ithal edilen ürünler Kuzey Kıbrıs’ta pahalılaşacak, TL’nin değer kaybetmesiyle ucuzlayacak. TL değer kaybedince Türkiye’de üretilen ürünlerin fiyatı artıyor ama TL değer kazanınca ucuzlamıyor. Bu da ürünlerin Euro cinsinden pahalılaşma ihtimalini artırıyor. Bu açıdan da Euro kullanmak sadece kurdaki dalgayı tersine çevirmeye yarayacak.

Bu tür maliyetlerin listesini uzatmak mümkün. Uzatmaya gerek yok sanırım. Kısaca Kuzey Kıbrıs özelinde söylemeye çalıştığım, TL’den Euro’ya geçmek sanıldığı kadar kolay olmadığı ve içinde ciddi riskler barındırdığıdır.    

Şüphesiz, siyasi partiler istedikleri politikayı ve görüşü savunabilirler. “Riskleri var ama faydaları çok.” deyip halktan yetki alırlarsa istedikleri politikayı uygulamaya da koyabilirler. Ancak tabii sorunlar doğru tespit edilmediğinde esas sorunların çözümü ikinci planda kalır, var olan sorunlara yenileri eklenir. 

 

***

 

Geçtiğimiz günlerde kızı ölen acılı annenin, kızı ölmeden hastanede yaşadıklarını gazetelerde okudum. Çok üzüldüm. O annenin anlattıklarını okurken yaşadığı çaresizliği ben de yaşadım. Ekran koruyucunun devreye girmesiyle kararan ekrana bakarken son yıllarda bu tür olaylardan daha fazla etkilendiğimi düşündüm. İçimdeki ses, bu durumu ilerleyen yaşın bir sonucu artan duygusallığa bağladı. Ama ikna olmadım, bu olay yaşla açıklanacak kadar basit değildi.  

Üzüldüğüm şey, özellikle son yıllarda, Kıbrıs’ın kuzeyinde artan sosyal adaletsizlikti. O küçük kız, devlet hastanesi yerine özel bir hastaneye gitmiş olsaydı belki de şimdi yaşayacaktı. Lafım sağlık çalışanlarına değil elbette. Onlar da devlet hastanelerindeki maddi yetersizlikler ile personel yetersizliklerini gidermek için çalışıyorlardır. Ve tabii, maalesef, ateş düştüğü yeri yakıyor. Olay unutuldu gitti bile.

Sağlığın reforma ve fona ihtiyacı olduğu ortada. 2022 bütçe yasa tasarısına baktığınız zaman sağlık harcamalarının, devletin açıkladığı enflasyon kadar bile artırılmadığını öğreniyoruz. İşin en ilginç yanı, muhalefet partileri bu bütçenin geçmesi için canla başla çalışıyorlar. 

Özellikle sol partiler için şaşırıyorum. Bir sol parti seçim sonrası iktidara gelme olasılığını düşünüp, kendi bütçesini hazırlayarak “Sağlık harcamalarında rekor bir artış yaptık!” diye övünmek istemez mi? Sağlık ve eğitim harcamalarını dahi artırmayı başaramayan bir sol partinin var oluş misyonu nedir? 

 

***

Mevcut “et ve tırnak” olarak tarif edilen yapı içerisinde Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye’de yaşananlardan etkilenmemesi mümkün değil. Bu krizin, dar gelirlilerin krizi olduğu yorumları yapılıyor. Bu yorumlar şu an için doğru. Yazılarımı takip edenler bu konuda ne düşündüğümü bilirler: Bu kriz sıradan bir kriz değil ve “Ekonomik krizler sadece dar gelirlileri etkiler.” inancını değiştirebilecek dirayette. 

Krizin çözümü konusunda Euro’dan beklentiler çok fazla. Bütçenin sürekli açık verdiği, yapısal sorunların olduğu bir ekonomide ve risklerin bu denli yüksek olduğu bir dönemde, Euro’nun tek başına fiyat istikrarını nasıl sağalacağını anlamakta zorlanıyorum. Yanıtını vermekte zorlandığım bir soru daha var: Krizin finans sektörüne sıçraması durumunda tasarrufların döviz cinsinden olması tasarrufları ne kadar koruyacak?

Çare deyince akla ilk gelenin Euro olması, Türkiye’deki ekonomi tartışmalarının hep finansal piyasalar üzerinden yapılıyor olmasının bir sonucu. Bu nedenle ekonomi deyince akla hep “para” gelir. Bu durum da özellikle kriz dönemlerinde “Kötü para yerine iyi parayı koyarsak ekonomiyi düzeltiriz.” düşüncesini tırmandırıyor. 

Yaşanan ekonomik sorunların kaynağında mevcut yapı var, Covid-19 aşılarını sırf “Rum tarafı üzerinden geliyor.” diye reddeden siyasi anlayış var, vergi almayıp teşviklerle verimsiz şirketleri yaşatmaya çalışan ekonomik düşünce var, bir türlü kalkındıramayan kalkınma kredileri var, BBC gibi uluslararası basına haber olan yabancı öğrencilerin sömürülmesine sessiz kalan siyasi duruş var, turizm denince akla sadece kumarhanelerin gelmesi var, ülkede tüketici hakkı diye bir şeyin olmaması var…     

Bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşüm de ekonomideki temel sorunların doğru tespitini ve çözümünü gerektiriyor. Mevcut anlayışlarla bu tespitler ne kadar doğru yapılabilir, bilmiyorum. Beni krizin şiddetinden daha fazla tedirgin eden nokta da bu.  

Özetlemek gerekirse ben Euro’ya geçişin tek başına sorunlara çare olacağı görüşünde değilim. Hatta bu geçişin yeni sorunlara yol açacağını düşünüyorum. Ama Euro’ya geçişin iyi bir fikir olduğunu düşünenler, bu görüşü savunmaya devam etsinler tabii. Amacım, önerilerine karşı çıkmak değil, buzdağının görünmeyen kısmı olduğunu vurgulamak sadece…

Monday 18 October 2021

Devlet Yönetiminde Risk, Romantizm ve Döviz Kurları

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmeme kararı alınca hâlihazırdaki sosyal ve ekonomik sorunlar daha da kötüleşmiş. Bu sıkıntıların iyice hissedildiği bir dönemde bir gün, bir vatandaş; çevik bir hareketle kalabalık arasından sıvışmış, Çankaya Köşkü’nden çıkmakta olan dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yakasına yapışmış, “Bizi aç bıraktın!” diyerek isyan etmiş. İnönü de Isaac Newton’un ikinci kuralını doğrulamak istercesine aynı hızda vatandaşa cevap vermiş: “Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım!..”

Bu hikâyeyi lise son sınıfta tarih öğretmenimden dinlemiştim, siz de biliyorsunuzdur… Bu hikâyeyi anlatmadaki amacım, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmeme kararını sorgulamak değil elbette; İnönü’nün tavrının, devlet yönetiminde riskin ne demek olduğunu anlamak için çok iyi bir örnek oluşturduğunu düşündüğümdendir. 

Risk; son günlerde, herhâlde, Türkiye’de en çok kullanılan kelimelerden biri ve neredeyse Türkiye ekonomisi ile eş anlama gelmiş durumda. Google’da “Türkiye ekonomisi” diye arama yaparak bu tespiti doğrulamak mümkün. Arama sonucunda çıkan makalelerin birçoğunda Türkiye ekonomisinin her geçen gün ağırlaşmakta olan sorunlarının artan risklere bağlandığını görürsünüz. Bazı makalelerde ise “risk” ve “belirsizlik” kavramları beraber kullanılıyor. 

Riskin son dönemdeki makroekonomik faktörleri belirleyen temel faktör olduğu açık. Ancak bu tespitin altını doldurmamız, risk dediğimiz şeyin tam olarak ne anlama geldiğini ve belirsizlikten farkının ne olduğunu açıklamamız gerektiğini düşünüyorum. 

Ekonomi literatüründe risk denince akla gelen ilk isim Frank Knight’tır ve riskin kabul gören tanımı da Knight’ın 1921 yılında yayımlanan kitabında yaptığı tanımdır. Belirsizliğin artmasıyla beraber ekstrem sayılabilecek olayların gerçekleşme olasılığı artar. Knight, belirsizliği iki kategoriye ayırır. Belirsizliğin ölçülebilen kısmını “risk” olarak tanımlarken belirsizliğin ölçülemeyen kısmını ise “gerçek belirsizlik” (true uncertainty) olarak nitelendirir. 

Bu tanımları örneklerle açıklamaya çalışayım. Zarla oynan bir kumar oyunu düşünün. Bir zarı attığınız zaman hangi yüzeyinin üste geleceği belirsizdir. Ancak bir yüzeyin üste durma olasılığını ve dolayısıyla oyunu “kaybetme riski”nin ne olduğu biraz matematik bilgisiyle kolayca hesaplanabilir. 

Riskin değerinin ne olduğunu ölçmek için ille de matematiksel hesaplama gerekmeyebilir. Bazı durumlarda tecrübeler de riskin değerini belirlemek için yeterli olabilir. Örneğin İngiltere’de yaşıyorsanız ve sabahları koşmayı seviyorsanız koşarken, yağmurdan ıslanma riskinin oldukça yüksek olduğunu tecrübelerinizden bilirsiniz.

Frank Knight’ın kitabında belirtiği gibi risk ölçülebildiği için riske karşı önlem almak mümkün. Sigorta dediğimiz şey de insanoğlunun belirsizliğin ölçülebilir kısmını sabit gidere dönüştürme çabasıdır. Örneğin araba kullanıyorsunuz, kaza yapma riskiniz ortalama olarak bellidir ve bu riske karşı sigorta satın alabilirsiniz. 

Bazı durumlarda sigorta almak yeterli olamayabilir. İngiltere’de sabahları koşan adamı ele alalım. Bu adam, yağmurdan korunmak için, örneğin, su geçirmediği iddiasında olan “Gore-Tex” teknolojisiyle üretilmiş bir çift spor ayakkabı satın alabilir. Spor ayakkabı teknolojisi son yıllarda çok büyük ilerlemeler kaybetti. Bu bir gerçek ancak eğer yağmurun şiddeti, ortalamanın üstünde ise su geçirmeye başlayan ayakkabılarla birlikte Gore-Tex efsanesi de çöker; hayranlık, hayal kırıklığına ve siteme dönüşür. Sitemin şiddeti de o gün yağan yağmurun ortalamadan ne kadar saptadığına bağlı olarak değişir! 

Bu girişten sonra İsmet İnönü’nün sözüne geri dönelim, sonra da bugün ekonomide yaşananları analiz etmeye çalışalım. İsmet İnönü’nün savaşa girmeme nedeni, isyan eden vatandaşa verdiği tepkiden duygusal bir karar olarak görülebilir ve bu nedenle de söz konusu karar “Devlet işlerinde romantizm olmaz” denilerek eleştirilebilir. Hatta bu eleştiriye “Bu romantizm sonunda Onikiada’yı kaybettik” yorumu da eklenebilir. 

Bana sorarsanız kararın doğruluğu ya da yanlışlığı tartışmaları bir yana İnönü’nün tercihini duygusallık olarak yorumlamak ve romantizme bağlamak hatalı bir yaklaşımdır. İnönü’nün kararı, İnönü’nün romantizm derecesini değil, bir devlet adamı olarak riske karşı olan tutumunu gösteriyordu. Verilen karar da savaşın yaratacağı risklere karşı halkını korumaktı. 

Savaşlar, Knight’ın gerçek belirsizlik olarak nitelendirdiği belirsizlikle dolu süreçlerdir. Ancak savaşların yaratacağı belirsizliklerin ölçülebilir kısımlarını ya da riskleri hesaplamak zor değil. Siyasetçiden önce bir komutan olan İnönü’nün, hem de Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı kazanmış komutanlardan biri olarak, Kurtuluş Savaşı’ndan kalma silahlarla bir dünya savaşına girmenin, birçok askerin ölümüne neden olacağını öngörmesi zor değildi. 

İnönü’nün kararında ya da riske karşı tutumunda siyasi formasyonun oluştuğu dönemin koşullarının da etkili olduğunu düşünüyorum. Simon Kuper, 14 Aralık 2017 tarihinde Financial Times gazetesinde yayımlanan muhteşem makalesinde İngiltere ve Amerika’dan örneklerle benzer bir sonuca varır. Kuper, makalesinde bir siyasetçinin verdiği tepkiyi siyasi formasyonun oluştuğu dönemlerde yaşadıkları ülkelerin siyasi ve ekonomik koşulları belirlediğini savunur. Kuper’ın öngörüsü doğru olmalı ki çoğu zaman, siyasette verilen tepkilerin değişmesi için jenerasyonun değişmesini beklemek gerekir. 

İnönü, fakirliğin ve savaşların yoğun olduğu bir dönemde yetişmiş bir siyasetçiydi. O nedenle de devletin ne derece önemli olduğunu iliklerine kadar hissediyordu. Sonuçta, o dönemde bir savaşın açacağı sosyal ve ekonomik yaraları yine devlet saracaktı. 

Bugün Türkiye’yi yönetenlerin, İsmet İnönü’nün en büyük hayranları olmadığı bir sır değil; onlar, Turgut Özal’ın hayranları. Turgut Özal’ın risk konusundaki görüşleri biliniyor. Özal, risk konusunda, İnönü’ye göre daha pragmatik bir anlayışa sahip. Özal eğer ödül yeterince tatminkârsa riski almayı değer bulan bir siyasetçiydi. Özal’ın açıklamalardan da riski almak için ödülün, en az bire üç olması gerektiğini anlıyoruz. 

AKP, kavramları mantıksal uç noktalarına çekmeyi seven bir parti. Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” anlayışından ülkenin kanun hükümde kararnamelerle yönetildiği bir noktaya geldik. Aynı tavrı risk konusunda da görüyoruz. 

Dünyanın neresinde olursa olsun, merkez bankalarının faiz kararları bir miktar belirsizlik barındırır. Ancak Türkiye ekonomi yönetiminin, faizleri düşürdüğü zaman bu kararın yaratacağı sonuçları bilmemesi mümkün mü? “Ekonomistleri kovduk, o yüzden hesaplayamıyoruz.” deme lüksleri de yok. Tecrübelerden, faiz düşürmenin kaosa neden olduğunu, enflasyonu düşürmediği gibi artırdığını da bilmeleri gerekir. 

Peki, biliyorlarsa neden yapıyorlar, neden risk alıyorlar? Frank Knight, kitabında, ondan önce de Adam Smith, insanoğlunun küçük kayıpları göze kalarak büyük kazançlar kazanma eğiliminde olduğu tespitini yapar. Kısaca Knight ve Smith’in söylediği, insanoğlunun kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediğidir. Son dönemde yaşanan kripto para çılgınlığı da herhâlde bu öngörünün en güncel kanıtı. 

Knight ve Smith’in yaptığı tespit bireyler için geçerli. Bazen hayat, yoğurdu bile üfleyerek yememiz gerektiğini dikte etmeye çalışsa da bireysel olarak risk almaya meyilliyiz galiba. Bir birey, riskli bir yatırım yaparsa bu durum kendini ilgilendirir çünkü kaybedeceği kendi parasıdır. Devlet yetkilerinin bu şekilde davranma lüksleri yok çünkü harcanacak para, halkın parasıdır ve alınacak kararların milyonları olumsuz etkileme olasılığı bulunmaktadır. Demokrasisi iyi çalışan ülkelerin bu işi şansa bırakmadıklarını ve sistem içeresinde siyasetçinin riskli kararlarının önüne geçmek için meclis dâhil bir dizi emniyet supabı koyduklarını biliyoruz, görüyoruz. 

Türkiye’nin son dönemde yaşadığı sorunlarında temelinde devletin ve bireysel risklerin birbirine girmiş olması var. Bu karmaşanın nedeni de şüphesiz yürürlükteki siyasi sistem. Mevcut sistem, bu duruma dur diyecek, halkı devlet yetkilerinin aldığı risklere karşı koruyacak mahiyete değil. 

Bu anlattıklarımdan, devlet yetkileri hiç risk almamalı sonucu çıkabilir. Ancak anlatmaya çalıştığım bu değil. Siyasilerin risk alırken, belki tıp doktorlarının bir ilacı önerirken yaptığı gibi, fayda ve zarar hesabı yapmaları gerekir. Fayda ve zarar analizi, doktorun kendisi için değil elbette, hasta içindir!

Ülkede risk almayı tetikleyen ekonomik bir ortam var. Dağ, taş bina dolunca hâliyle inşaata dayalı büyüme modelinin sonuna gelmiş olduk. Tabii gelirken de borç Ağrı Dağı’nı aşmış bulundu. Yeni bir ekonomik büyüme modeline ihtiyaç var. Bu ekonomik tıkanmışlık, risk almayı teşvik ediyor, işler yolunda gitseydi bu riskli kararlara gerek olmayacaktı. İşler yolunda gitmediği için de çözüm buluruz ümidiyle, can havliyle, “Ya tutarsa!..” anlayışıyla yeni bir ekonomik model arayışına girilmiş durumda. Bu kontrolsüz risk alma hâli sorunlara çare olmadığını gibi tam aksine yatırımcıları korkutarak ekonomideki durumu daha da kötüleştiriyor. Kötüleşen ekonomik durum, ekonomi yönetiminin daha büyük riskler almasına neden oluyor… Ekonomideki kısır döngülere artan sorunlarla beraber yeni bir kısır döngü daha ekleniyor. 

Ekonomi yönetiminin ekonomik sorunlarla başa çıkma yönteminin en tehlikeli sonucu, Frank Knight’ın deyimiyle gerçek belirsizliği artırıyor olmasıdır. Başka bir deyişle alınan riskli kararlarla birlikte toplam belirsizlik artarken, belirsizliğin ölçülebilir kısmının toplam belirsizlik içindeki payı azalıyor. Yani Knight’ın tarif ettiği bir dünyadan diğerine doğru hareket ediyoruz. Bu durumun ciddi olumsuz sonuçları olacak. Ne gibi mi?..

Yatırımcıların, yatırım yaparken kendilerini risklere karşı korumak için satın aldıkları adına “credit default swap (CDS)” denilen bir sigorta var. 2008 Dünya Krizi’nde de gördük. CDS’lerin sağlayacağı koruma “Gore-Tex” teknolojisinin yağmura karşı sağladığı korumadan çok da farklı değil. Bunun nedeni, bir dünyadan diğerine geçişin, bir önceki dünyanın risk değerlendirmelerini geçersiz kılmasıdır. Dananın kuyruğu da yatırımcılar bu durumun farkına varınca kopacak.  

Atılan her adımın, alınan her kararın sadece “gerçek belirsizliği” artırdığı bir dönemde ekonominin düzlüğe çıkması ancak mucizelerle mümkündür… Durum bu olunca Eda Baba’ya eşlik etmekten başka bir şey gelmiyor elden: 

“Bir mucize Tanrı’m bize… Günah değil ayıp ne de… Tanrı’m bize mucize…”